Hükmen Aşçı

 


Merhabalar!

Size yemek pişirmede hiç mahir olmasam da nasıl hükmen aşçı sayıldığımdan bahsedeceğim. Yaşadığım iki olaydan sonra kendime bu unvanı verdim.

1.Olay: Amcamla Tatlı Sert

Günlerden bir gün annem baklava açıyordu. Ben de fındık serpip, nişasta getirerek, fazlalık yufkayı keserek yamaklık yapıyordum. Baklava bitmesine yakın son katları ben açayım diye anneme dil döktükten sonra iki yufka açtım. E bu durumda baklavayı ben yapmış sayılıyorum:)

O günün akşamında amcam Almanya'dan gelmişti, 'ben yaptım' diyerek tatlıları servis edince Allaaah! Bir övgü, bir iltifat, kıtır kıtır olmuş, şerbetini de çekmiş,  anlata anlata bitiremediler. Amcam gelmesinin şerefine yaptığıma hükmedip onure olup sosyal medyaya resmini  bile koydu;)

#yiğenimhoşgeldintatlısı

Amcam artık her seferinde benden baklava ister oldu. Çoğu kez türlü bahanelerle bertaraf etsem de kaçış da bi yere kadar. En sonunda ısrarlara direnemedim ve tel kadayıflı muhallebi yaptım. Amcam 'tembel tatlısı bu' diyerek kabul etmedi. E tabi baklavadan sonra şanıma gölge düşürmüştü.

Bize geldiğinde baklava yapmayacağını anlayan amcam taktik değiştirdi ve onlara misafirliğe gittiğimde oklavayı elime tutuşturdu. İtiraf etmenin zamanı gelmişti. Ne kadar ben yapmamıştım desem de inandıramadım. Amcamın bana olan güvenine şaşkın, yengemin 'iş açtı başıma' bakışlarından tedirgin halde kolları sıvadım.

Ve açtım. Evet oldu. Her ne kadar az katlı olsa da, yufkalar karton kadar olsa da oldu. Daha da tuhafı çok lezzetli oldu. Nası bi can korkusuyla yaptıysam😂😂

Ve böylece misafir umduğunu değil bulduğunu yer atasözüne alternatif getirdik. 

#misafir ev sahibine umduğunu yedirir#


2. Olay: Lafla Pilav Pişerse Deniz Kadar Yağı Benden

Pilav yapmayı vakti zamanında denemiştim. Ama ya lapa oldu ya kuru. Evdekiler de 'sen yapma biz yaparız' diyerek kalbimi kırınca, sonra da 'pilavı herkes yapamaz zaten' diye telafi (!) edince kabullenip vazgeçmiştim. Ta ki geçtiğimiz Ramazan ayına kadar.

İftara dakikalar kalmıştı ki  bizimkiler pilavı kim pişirsin, ben pişiririm, sen pişir, hala pişirmedin mi diyedururken 'iş başa düştü! diye aldım sazı elime.

Bir yandan arpa şehriyeyi kavururken diğer yandan salatayla boğuşuyordum. 'Eyvah yandı galiba! Yok yaa tam kavruldu, artık olduğu kadar.' 

Böylece ezan okunmadan hem pilavı hem salatayı çıkarttım. Yemekteyiz yarışmasındaki rakipler kadar tatlı dilli ailemin beğenisine sundum. Gerçekten beğendiler. Ben de şaşırdım, şimdi beğenip arkamdan 1 puan verirler sandım. Ama hem lezzetli olmuştu hem de tane tane:) O yorgunlukla karışık gururu anlatamam. İstanbul için iftar, benim için iftihar vaktiydi anlayacağınız.😊

Diğer yemekleri çok güzel yapamasam da baklava ve pilavı böylesine lezzetli yaptığım için, teselli ödülü mahiyetinde, kendime bu unvanı verdim. 

6

Ören Bayan

 

Merhaba Dostlarım! Bugün on parmağımdaki tek marifet olan örgü maharetimden bahsedeceğim.

Örgü örmeyi on yaşımda annemden öğrendim.Ve çok sevdim.Hatırlıyorum o yaz köye gittiğimizde teyzemin ipiyle şişlerini alıp örmüştüm de örmüştüm.Bütün çileyi örüp bitirmiştim,köydeki diğer çocuklar camideki kurstan sonra örgümü görmeye gelmişlerdi.Hayretler içinde hepsini sen mi yaptın diyorlardı:) Nası hoşuma gitmişti.Gülüşümü zor saklıyordum. 

Neyse efendim sorun şu ki ben düz örmeyi biliyordum,öyle dümdük.Model desen yok,kazaktır,atkıdır hiçbiri değil.Seyirlik ördüğüm şey lif olmak için fazla büyük,paspas olmak için fazla küçük olunca makus kaderini yaşadı ve sökülüp yumak haline geri döndü.Kısacası un var,şeker var,yağ var ama helva yapamıyorum.

Taa ki geçen seneye kadar.Bir dernek yetimhaneye bağışlanmak üzere atkı örme kampanyası başlatmıştı.Ben de fırsat bu fırsat tüm meziyetlerimi sergilemek üzere yün almaya gittim.Bir kız çocuğu bir erkek çocuğu için ebruli ip alıp youtube da izlenmedik video bırakmayıp lastik örgüyle atkı bere ördüm.Beklenmedik derecede güzel oldu.O özgüvenle kendime çanta bile ördüm.

Kalfalık Eserim

Beş ters beş düz ilmekle yapılan oldukça basit bir çanta.Zor olan kısım sapı çantaya tutturmaktı,o da bir kaç denemeden sonra oluverdi.Çantamı takıp dışarı çıktığımda bir kadın kırmızı ışıkta 'Ne güzel olmuş,inceleyebilir miyim?'diye sordu.İşte o zaman köydeki çocukların örgümü görmeye geldiklerindeki gururu yaşadım😂

Malum kış yaklaşıyor bir atkı da kendime öreyim dedim ve cepli atkı ördüm.Hem ellerinizi ısıtıp eldiven görevi görürken hem de peçete koymak için...ay aman sadece cool duruyor diye ördüm.Ama hala işlevsel😊😇

Aynen bu modeli yaptım.Lacivert renk ve haroşa model.Ben cepleri daha küçük yaptım,burdaki gibi alttan kıvırmak yerine istediğim ebatta örüp üzerine diktim.😇
Şu sıralar bebek battaniyesi örüyorum.Amcamın dünyalar tatlısı bir kızı oldu.Bi de güzel ki anlatamam.Amcama dedim ki 'Amca kızın çok güzel galiba tacımı ona devredeceğim.' Bi afallamadı değil😂😂

Değinmek istediğim bir diğer konu örgü-yaş ilişkisi.Arkadaşlar bence örgü sadece yaşlı insan aktivitesi değil.Belki boş zamanları olduğu için yaşlılarca rağbet görmüş ama gençler hep mi meşgul canım.Televizyon izlerken,telefonla konuşurken,alt yazılı bile izlerken rahatlıkla yapılır.Çünkü bir kere elin alıştı mı otomatik pilota bağlıyor.


Son husus örgü-cinsiyet bağlamı.Bence örgü sadece kadınlara mahsus değil.Tamam kahvehanede birbirlerine örnek versinler demiyorum ama örgü ören erkek görünce yadırgamak da abes geliyor.Benim erkek kardeşim üçe giderken örmeyi biliyordu.Geçenlerde kendine atkı ördü kullandı mis gibi.
  Halihazırda evde olduğumuz şu günlerde belki siz de örmeye başlarsınız.İçinde olduğumuz endişeli ve stresli dönemde sakinleşmek isteyen,kendi ürettiğini kullanmanın verdiği gururu yaşamak isteyen varsa şimdiden kolay gelsin diyorum.Yumak dolusu sevgiler!!!
0

Şeker Portakalı | Kitap Yorumu

Küçük bir çocuğun dünyasına giriyoruz.Yoksullukla boğuşan hayatına,çalışmak zorunda kaldığı için annesizliğine,işsiz olduğu için öfkeli babasına,hepsi ayrı huyda ablalarına,küçük kardeşine karşı ağabeyliğine tanık oluyoruz.Tüm bu karmaşada çocuk kalabilmesine,büyümesine şahit oluyoruz.
Öncelikle bilinsin isterim bir çocuğun hayatını böylesine iyi anlatan başka roman okumadım. Zezé'nin büyükleri anlamaya çalışması,hayal dünyası,yaramazlıkları,sevgisi,nefreti çok gerçekti.
Kitap yüreğime öyle işledi ki...Zezé'nin yaramazlıklarından yaka silken herkes onu şeytanlıkla suçladı.Sırf haylazlık etti diye yediği dayaklar..İçim cız etti ya!Kitabın içine girip Zezé'ye sarılmak onu teskin etmek istedim.Ve bu duruma o kadar alışmış ki.Kötü dayak yediğinde iyileşene kadar kimsenin ona dokunmayacağını öğrenmiş,annesinin bilerek ince odunlarla vurmasını,ablasının ne zaman kulak çekip ne zaman şaplak atacağını yüz ifadesinden anlaması tüm bunlar beni kahretti.Bazen kendinin bile şeytan olduğuna inansa da sadece yaramaz bir çocuktu.
Zezé'nin Portekizliyle dostluğu,sevildiğini hissetmesi ve buna ne kadar da muhtaç olması bana çok önemli bir şeyi fark ettirdi.Ailedeki herkes Zezéyi seviyor ama gösteremiyordu.Çünkü anne fabrikada,baba işsizlikten mutsuz,ablalar evi çekip çevirmek zorunda.Yaramazlık yaptığında belki disiplin etmek için belki başka türlüsünü bilmedikleri için dövdüler Zezé'yi.Ve çocuk dayakla sevgiyi bağdaştıramıyor.Yani Zezé ilk defa Portekizli tarafından sevilmedi,Zezé ilk defa sevildiğini hissetti.
 Bizde de hem severim hem döverim diye bir laf vardır ya.O kadar yanlış ki!!!Bunu bir çocuğun anlamasını bekleyemeyiz elbet.
 Portekizli öldükten sonra babası iç buldu,annesi hep yanında olacak,daha iyi bir eve taşınacaklar ama Zezé'nin gözlerindeki hüznü son satıra kadar hissettim.
0

Dikenler Tacı Çiçeğim



Çiçek yetiştirmeyi küçüklükten beri severdim.Hele karşı komşunun pencereye dizdiği çiçekleri bir görseniz..Sanırsın ön bahçe.Renk renk,boy boy,çeşit çeşit.
Ama annemin hiç çiçeği yoktu -biz hariç😏-Bendeki hevesi görünce kardeşimle bana birer menekşe alıp pencerenin önüne koymuştu. Allah'ım nasıl heyecanlıydık!kendime orman kurmuştum sanki.İyice büyüsün diye bol bol sulardım.Saksı sazlığa dönse de yaprakları iç dış yıkardık.Üç güne kalmaz ölürdü haliyle.Biz üzülünce annem yenisini aldı ama onun da kaderi diğeriyle aynıydı.Çiçek bakmak o zaman çok zor gelmişti ve vazgeçmiştik.
 Ta ki annemin arkadaşını ziyaretine kadar.Olay aynen şu şekilde olmuş:
Annem arkadaşının evine gitmiş,kadının da bissürü çiçeği var ama bakmaktan bıkmış.Hatta ölsünler diye su vermiyormuş cani.Annem de 'ver bizim kızlar bakar' deyince canına minnet hemen vermiş tabi.
Annem elinde çiçekle gelince tüm sevdam yeniden depreşti ve çocukkenki önyargımdan sıyrılıp kolları sıvadım.Çiçeğin adını bile bilmezken😃
 Hemen çiçeğin türünü bulan bir uygulama indirip resmini çektim.O an çocuğumun cinsiyetini öğrenmiş kadar duygusaldı😂Çiçeğin bir sürü adı var.Sırayla bahsetmek gerekirse:
•Euphorbia milii, iki metreye kadar uzaması ve gövdesinin dikenli olması sebebiyle ülkemizde Dikenler Tacı olarak bilinir.(İsmindeki asalete bakar mısınız)
•Latin Amerika'da Corona de Cristo olarak biliniyor. (bildiğimiz koronayla ya da Monte Cristo Kontu'la hiçbir akrabalığı yoktur😛)
•Madagaskar'a özgü bir bitki olduğu da söyleniyor diğer adının Japon Gülü olduğu da
•Doğu Hindistan ve Nepal'de tanrının vücut bulmuş hali olduğuna inanılıyor.

Akıbeti benim menekşelerle bir olmasın diye bakımı hakkında etraflıca bir araştırma yaptım.Şanslıyım ki suyu seven bir bitki.Toprağın hep nemli kalması, yapraklara da sık sık su püskürtülmesi gerekiyor.Tam benim aradığım:) Öyle ayda yılda bir sulanan, kırk yılda bir bakım isteyen çiçekleri sevmiyorum.
Neyse efendim benim çiçeğim şefkatli kollarımda dallandı budaklandı ben de bunu çoğaltayım bari dedim.Kesip küçük bir saksıya ektim.Küçük kardeşim bunu görünce nolur benim olsun nolur benim olsun diye tutturunca her gün yarım çay bardağı su ver dedim.Bardakla nası içirem diye bi soruya maruz kaldığım doğrudur.Velhasıl bizimkisi yarım su bardağı suyu boca etti."Ben çay bardağı ver demiştim" deyince "Tamam o zaman" deyip yarım çay bardağı daha döktü😑Bana birini hatırlatıyor ama kimi?
Neyse ki menekşe gibi narin bir bitki olmadığı için zarar görmedi.Çiçeği ölüp de hayal kırıklığına uğramamasına çok sevindim.Kardeşim çiçeğinin adını da Su Açgözlüsü koydu.💧💧💧
0

It's Okay to Not Be Okay | Dizi Yorumu






Herkese Merhaba!
Bugün diğer adıyla Psycho But It's Okay, oyuncuların deyimiyle ya da benim duyduğum kadarıyla 😛 'Sayko haciman kençana' dizisinden bahsedeceğim.
Dizinin bazı afişlerini görünce ayy kesin ağırkanlı dram dizisi dedim. Dört bölüm yayınlandığı halde merak edip bakmadım bile. Başka dizi bulamayınca zoraki açtım ama o da nesi! Dizinin giriş sahnesinden tutun da sondaki yoğurt reklamına kadar her şeyine ba yıl dım.             Dram,komedi,merak,heyecan,hüzün,sevgi,kıskançlık,mutluluk,öfke,nefret,korku,dostluk,aile,kardeşlik her şeyden ve hepsinden o kadar dozunda vardı ki tam kulak memesi kıvamında bir diziydi. Konusunun güzelliği, oyunculukların muhteşemliği, çocuk oyuncuların yeteneği, duygu işlenişi ve daha bir sürü şey. Övmelere doyamadığım diziye biraz da yakından bakalım. Şimdiden söyleyeyim bayağı yakından bakacağım izlemediyseniz okumayınız. Ve derhal izlemeye başlayınız.


 Konusu:
 Psikiyatri bölümünde çalışan Moon Kang Tae otizimli ağabeyi ile zor bir hayat yaşamaktadır. Antisosyal kişilik bozukluğu olan masal kitabı yazarı Ko Moon Young ile yolları kesişir ve benliklerini keşfederler.
Bu ana fikri ben yazdım ama konusu asla bu değil di mi😄 Hangi birini yazayım nerden başlayayım a dostlar! Konusunun güzelliğinden mi bahsedeyim, Moon Youg'un masallarından mı, dizideki animasyonlardan mı, hastalar üzerinden verilen hayat derslerinden mi, OST'ların mükemmelliğinden mi, başrollerin dudak uçuklatan oyunculuğundan mı? İyisi mi karakterlerden başlayalım.
 NOT: Dizinin başlarında konuk oyuncularla birçok hastalığı işlediler. Hatta arkadaşımla dalgasını bile geçtik, açık öğretim psikoloji mezunları bu dizide staj yapar dedim. Bereket versin karar geri çekildi. Ama bu diziye tez bile yazılır.
Moon Kang Tae
Başta Kang Tae'nin hasta bakıcı olmasını yadırgadım. 'Hemşiredir o yaa' .En azından hemşire olsaymış dedim. O kadar alışmışız ki şirket CEO'su görmeye, zengin değilse fakir ama başarılı olmak zorunda algısı oluşmuş bende. Mesleği diziye kusur değil mükemmellik katmış .Çok daha gerçekçi olmuş.
 En çok Kang Tea'nın hikayesi beni etkiledi. Çocukluğunda annesi tarafından sevilmediğini hissetmesi.. yüreğimi burktu. Hem abisine içten içe kırgın olması hem de canı kadar sevmesi, annesine kızgın olduğu halde özlemesi...O ağladığında ben de ağladım. Bi babam ve oğlumda ağlamıştım bir de Karolin küçük Osman'a vurduğunda, ama Kang Tae her ağladığında ben de ağladım.
Ko Moon Young

Başarılı yazar Mun Young başarısını çocukluk tramvasına borçlu. O korkunç şatoda korkunç bir annenin ellerinde korkunç bir çocukluk geçirmiş. Yere sağlam basar görünse de, kaçmak yerine yüzleşmekten bahsetse de o günleri atlatamamış. Abartılı kıyafetleri -başhekimin deyimiyle zırhı- bunun en bariz göstergesi. Sesi yüksek çıksa da söyleyemedikleri de vardı.
Kesici ve delici aletlere ilgisinin sebebini anlamadım ama kıyafetlerine uyumlu siyah sigarasını hoş karşılamadım. Yoncayla falan sansürleyeydiniz.
En beğenmedim nokta takma tırnakları. Hayır yani oje sürmek o kadar mı zor. Küçükken kurşun kalemle tırnaklarımı boyardım -bi keresinde cesaret edip tükenmezle boyamıştım- o bile daha şık duruyor inanın. Hele beyaz renklisi.. sanki sakız yapıştırmış gibi duruyordu. Orhan Veli Kanık ,Süleyman Efendi'nin nasırına şiir yazdığı gibi ben de Ko Mun Young'un tırnaklarına paragraf döşedim ama olsun. İçimde kalırdı.
 Ses ve yüz güzelliğinin yarı sıra fiziği de dikkatimi çekti. O nası ince bir beldir arkadaş. Boyu da sülün gibi. Boyuna kilosuna bakayım dedim. Boy 1.70, kilo kaç dersiniz?44! İnşallah asparagastır. O ne ya annemin evlenmeden önceki kilosundan bile az. Ama sırrını biliyorum. Dizi boyunca 'açım açım' diye gezdi.
 Moon Young için sadece bunlardan bahsetmek çok sığ olur. Şatoda gördüğü kabuslar, annesinin adını bile duyunca ürpermesi, babasına olan nefreti, yalnızlıktan bıkması karakteri derinleştirdi.

Moon Sang Tae
Yılın Erkek Oyuncu Ödülü senin hakkın. Hatta yetinmeyip Yılın Kadın Oyuncu Ödülünü de sana veriyorum. Tek kelimeyle mü-kem-mel! Otizmli bireyi daha iyi kimse oynayamazdı.Duruşu,susuşu,bakışı,gülüşü,yürüyüşü,kekelemesi,hecelemesi, her şeyi ya her şeyi çok gerçekçi oynadı. Sang Tae Oppa bu alkışlar sana.
Gelelim bu karakterin derin yaralarına. Annesinin katilinde gördüğü kelebek desenli broş yüzünden kelebeklere  fobisi vardır. Kardeşiyle birlikte kelebekler ortaya çıkmasından kaçarak  hayat sürerler.
Kelebek bizim için güzel ama kısa süren şeyleri ifade ediyor ama dizide pek çok anlam yüklendi. Yeri geldi tedavi anlamı aldı yeri geldi psikopat anlamı.
Moon Sang Tae'nin yetişkin olduğunu kanıtlamaya çalıştığı sahneler, kelebek çizme cesaretini gösterdiği bölüm, Kang Tae ölmemi istedi dediği an ve en sonda çizer olmak istediği için seyahati yarıda bırakması en sevdiğim kısımlar oldu. Hepsinin iyileşmesine şahit olduk, en zoru ama en güzeli Sang Tae Oppa' nınki oldu.
Nam Ju Ri ve Teppönnim
Ju Ri' nin Kang Tae' ye olan tek taraflı sevgisi, söyleyemeyip uzunca bi süre içinde saklaması, Mun Young cadolozu gelince itiraf etme cesareti bulması ve reddedilmesi. Bence bu kız çok güzel sevdi. Hanım hanımcık bi şey ama Mun Young'la küslüklerini abartılı buldum. Kişiliklerine uygun olarak Ju Ri çok arkadaşı olsun Mun Young tek arkadaş o olsun istemiş o da güzel bir ayrıntıydı. Tamam ama çocukken bunu da mı aşamadınız da koca kız olduktan sonra anca barıştınız.
Neyse efendim adamın adını hatırlamıyorum herkes başkanım başkanım diye hitap ediyordu. Onun da sevmesi çok güzeldi. Sekreter kızın yanında tam bir patron olsa da Ju Ri' nin yanında tam bir şair. Her hareketi çok komikti. Mun Young onun için sadece altın yumurtlayan tavuk değildi. Her kötü zamanında yanındaydı.
Not 2:Sekreter kızın sinsi intikamı.. Batı Cadısının Cinayeti romanını saklaması. Sinsilik yaparken bile sevimlisin he.
Nerde kalmıştık İkisinin yaşı yaşına, boyu boyuna uymasa da huyu huyuna, suyu suyuna uydu bence.
Aşçı Ahjumma
Kore dizi sektörünün doayeni, anne rolünün vazgeçilmezi; The Heirs' daki dilsiz anne, Her Private Life' ta kızının başını bağlamak isteyen anne, Was It Love' da anneanne, Another Miss Oh' da anne, The Sound of Your Heart' ta sonradan görme anne, Secret Garden' da unuttum ama muhtemelen anne rolüyle hepimizin aşina olduğu bir yüz. Burada da manevi anne. Sang Tae 'nin deyimiyle sahte gerçek anne. Kang Tae' ye aklı karıştığında tavsiye verdi, Sang Tae kriz geçirirken yanında oldu, Mun Young' a yemek pişirdi, kızıyla başkanın arasını yapmaya bile çalıştı. Yani hepsinin annesiymiş gibi onları sarıp sarmaladı.
Jae Su

Moon kardeşler nereye Jae Su oraya. Kang Tae'nin en iyi arkadaşı, yardımcısı.Dega çua .... çua? sorusu da en çok ona yakışıyor:) Pizzaya yeni bir soluk getiren Jae Su tüm bu fedakarlıklara rağmen en sonda duygu dolu bir konuşmayla da olsa ne biliym biraz hor görüldü sanki. Şaşkın halleriyle renk katan diğer kişilikti.

Başhekim

Psikiyatrı hastanesi müdürü değil de tatil köyü işletmecisi gibi bi hali vardı. Telaşsız,sakin ve muzur. Seni gidi ihtiyar seni. Çok tatlı diil miydi yaa. Ama işinin ehli. Sang Tae' ye verdiği reçete.. duvara manzara resmi çizmek istemesi, kelebeği çizmeyince parayı vermemesi ,karavan alması, en tuhafı da aşçı teyzeye yürümesi:)Sonuç olarak çok datlu bi doktordu.



Dizi Hakkında Genel Yorumum
Dediğim gibi dizi giriş sahnesinden son saniyesine kadar izleyeni kuşatıyor. Duygu aktarımı son raddede. Abisiyle zor bir hayat yaşayan Kang Tae, abisinin hayranı olduğu masal yazarı Ko oon Young' la tekrar karşılaşır. Tekrar diyorum çünkü- hiç şaşmaz - çocukluktan tanışıklar.
Yine taşınmak zorunda kalan kardeşler memlekete dönerler. Tabi bu da kolay bir süreç değildi. Annesinin öldüğü, abisinin kaçtığı yere dönmekte Kang Tae endişeliydi ama abisi gitmeyi kabul edinceki şaşkınlığı.. Abi sen benden cesursun deyişi..
Tabii Kang Tae' nin kim olduğunu anlayan Ko Moon Young peşinden gider ve olaylar başlar.
Başlarda Kang Tae Mun Young' u başından savsa da yavaş yavaş yaraları kanamaya başlar. Çocuklukta alamadığı sevgi, üzgünken bile olan sahte gülümsemesi, abisi için kendinden vazgeçişi su üstüne çıkmaya başlar .Zamanla Ko Moon Young'a yakınlaştığını fark edince kendini geri çekmeye çalışması, sanki abisinden vazgeçiyormuş gibi hissetmesi ama bir yandan da yaşamak istemesi iliklerime kadar işledi.
Sang Tae' nin çizer olma hayaline karşı koyamayan Kang Tae, Ko Moon Young' un yalnızlığa çare olarak birlikte yaşamayı kabul eder.
Metafor olarak yemek sıkça kullanıldı. İlk bölümlerde Moon Young aç biilaç uyumaya çalışırken diğerleri terasta huzurlu bir akşam yemeği yiyorlardı. Son bölümlerde Sang Tae' nin elleriyle lapa yedirmesi, Moon Young yesin diye herkesin birlik olması vs.Bi de tutturmuşlar bıldırcın yumurtası. Hiç yemedim ama mutlaka deneyeceğim.


Paylaşılamayan Mang Tae

Annesiyle anılarını eksik hatırladığını fark edince..Şimdi bile burnumun direği sızladı.

Moon Young annesinin tesirinden çıkar ve Neşeli Köpeğin ipini kesmesi gibi saçlarını keser. Saçlarını kesince benim bile omuzlarımdan yük kalktı. Ama Sang Tae Oppa haklı uzun saç daha yakışıyordu.
Arkadaşlar çok üzgünüm, şu anlam dolu sahnede aklıma bu geldiği için😬😄

Saçı sakalı bırakalım da Kang Tae ve Moon Young' un yakınlaştığını gören Sang Tae' den bahsedelim. Biricik kardeşini paylaşmak istememesi, Mang Tae' yi bile vermeye razı gelmesi içimi sızlattı.
ve o soruyu sordu: Ko Moon Young çakkannim çua, dega çua? (Koreceyi latinize edince bu kadar oluyo😛)

En nihayetinde patlak verdi. Küçükken nehre düşmesi Kang Tea' nın kurtarmakta tereddüt etmesini unutmamış. Bu güne kadar söylememesi, hayatta tek dayanağının ondan nefret ettiğini sanması, ölmesini istediğini düşündüğü halde saklamasını içim ezilerek izledim. Mang Tae küçükken bazen öyle düşünse de -ki bence çok normal- abisini çok seviyor ve korumak için hayatını adıyor.
Mun Young' a keşke beni kurtarmasaydın da ölseydim, böyle sefil bir hayat yaşamazdım demesi abisini sevmediğinden değil kesinlikle. Sadece yorulmuş olmasından.

Bu krizden sonra Sang Tae' nin günlerce inzivaya çekilmesi, Kang Tae' nin kapıda sabırla abisini beklemesi.. Kardeşlikleri çok güzeldi.
Peki bu olaydan Kang Tae' nin çıkardığı ders."Ko Moon Young' dan uzak dur" İkisinin aynı anda olmayacağına kendini şartlamış sanki. Ta bi sonra Moon Young' dan uzaklaşmak istemediğini buna mecbur olmadığını anladı. Sang Tae'nin Mun Young' u kabul etmesi için onun yetişkin olduğunu söylemesi ve Sang Tae' nin yetişkin gibi davranmaları❤️❤️❤️
Şu sahneyi hangimiz gözlerinden kalp çıkan emoji gibi izlemedik ki?

Bölümler ilerledikçe tüm karakterlerin değişimine şahit olduk. Sang Tae yetişkin gibi davranmaya, kardeşinin sahibi gibi değil de abisi gibi davranmaya başladı. Allah'ım bi'de harçlık vermez mi? Yemeğin hesabını bile ödedi. Kang Tae içine atıp yaşamaktan vazgeçti, abisine her şeyi anlattı hatta kavga ettiklerinde Kang Tae' nin bu sefer karşılık vermesi, böyle yaşamak istemediğinin normal bir hayat istediğinin göstergesiydi.
Moon Young da Kang Tae bi tek benim olsun fikrinden vazgeçti. Abartılı kıyafetlerden vazgeçip yüzü gülen mutlu bir kadın oldu.

Savaş malulü ahjusshi, kelebek fobisini yenmede Sang Tae' ye bir konuşmayla çok yardım etti. Her hastada ayrı ders veren dizi bu ahjusshide savaşın tahribatını gösterdi. Savaşın kazananı yoktur ya o hesap.
Derkeeen, Kang Tae annesinin katilinin Moon Young' un annesi olduğunu öğrenir. Çektiği acıyı,akıttığı göz yaşını, yaşadığı çaresizliği ben burdan hissettim. Resim çektirmeye başta gitmek istememesi sonrasında gitmesi yaşadığı ikilemi hissettirdi.

Biraz da Moon Young' un babasından bahsedelim. Şu anne ne kadar fettansa koskoca adamı da delirtti. Gördüğü yerde kızını boğazlamasaydı o da katilzede aslında. Clementine müziği duyunca korkusu yüzünden okundu. Moon Young babasını bir an bile affetmedi. Ölümünden sonra pişman olur sandım,olmadı. Hatta annesinin zulmüne sessiz kaldığı için ondan daha çok nefret etti. Masal okuduğuna dair iyi hatırası bile ölmek üzere görmeye gitmesine yetmedi. Mezarına kısa bir ziyaretten sonra bile "Acıktım, yemek yiyelim" demesi bir an önce ölüm konusunu kapatmak istediğinin göstergesiydi bence.

Katil Anne

Yani oldu mu şimdi? Ben katilin başhemşire olmasını sevmedim. Önce kürk mantolu hasta sonra çiçekli sabahlıklı ahjummayı anne gibi lanse ettiler, başhemşireyi katil ilan ettiler. Seyirciyi şaşırtmak için yapıldığı çok belli. Tamam beklenmedikti ama küçük dilimi de yutmadım. Çünkü yakışmadı bence. Pembe pembe üniformasıyla hastaneyi çekip çeviriyordu ne güzel. Siyah elbise giyip kırmızı ruj sürünce cazu ilan ettik.
Gudubet kadın Sang Tae' nin resmine kelebeği çizince, adım adım iyileşen Sang Tae bocaladı haliyle. Ama asıl kabusu katilin annesi olduğunu öğrenen Moon Young yaşadı.
Gerçeği öğrenince kendini odaya kapatıp dışarı çıkmaması, kardeşlerden taşınmasını istemesi aklına gelen tek çareydi. Kendini kabahatli görmese de birlikte mutlu olmayı hak etmediklerini düşündü.
Dolly'nin annesi aslında Moon Young' un ta kendisi.

Mun Young kendini hapsettiği kabuğundan çıksın diye herkesin el ele vermesi, dizideki tüm karakterlerin birlik olması en güzeliydi.
Ve Final
Gelmiş geçmiş en iyi finaldi. Son bölümün son sahnesinin son saniyesine sıkıştırılmadı. Tüm bölümü sırıtarak izledim. Birlikte seyahate çıkmaları kalp ben.


Daha da güzeli gezintinin ortasında Sang Tae' nin yola devam etmeyip çizer olmak için geri dönmek istemesiydi. Artık kardeşine bağlı yaşamaktansa kendi yolunu çizmeyi seçti. Kang Tae'ye sarılıp teşekkür etmesi...Ya çok güzeldi çok!



 Son olarak Ko Moon Young' un masallarını çok beğendiğim için buraya da yazmak istedim. Bir yetişkine bile çok şey öğreten masal kitaplarından ben de istiyorum yaa...

1-Kabuslardan Beslenen Çocuk

Çocuk korkunç bir kabustan daha uyanmıştı. Aklından silmek istediği geçmişe dair kötü anıları her gece rüyalarında yine karşısına çıkıyor ve sürekli ona eziyet ediyorlardı. Yıllar geçti ve yetişkin olan çocuk artık kabus görmüyordu. Ama garip bir nedenden hiç mutlu değildi. Bir gece kanlı ay geceyi doldurdu, çocuğun dileğini yerine getirdiği için cadı, sözünü yerine getirmek için ortaya çıktı.
Ve çocuk, cadıya büyük bir alınganlıkla bağırdı:
"Bütün kötü anılarım gitti .Ama neden mutlu olamıyorum?"
O zaman cadı sözleştikleri gibi çocuğun ruhunu aldı ve şöyle dedi:
"Elemli ve kederli anılar, çaresizce pişman olunan anılar, başkalarını yaralamanın ve yaralanmanın anıları, terk edilmenin anıları...Yalnız böyle anıları kalplerine gömüp yaşayanlar daha güçlü, tutkulu ve dayanıklı olabilirler. Mutluluk da yalnız böylelerine gelir. Bu yüzde unutma, görmezden gelme ve onları yen. Eğer yenemezsen ruhu büyümemiş bir çocuktan ibaret kalırsın."

2-Zombi Çocuk

Küçük bir köyde bir erkek çocuk dünyaya gelmiş. Soluk bir teni, büyük gözleri varmış. Çocuğu büyütürken, annesi çocuğun hiçbir şey hissedemediğini anlamış. Tek sahip olduğu bir zombi gibi yeme isteğiymiş. O yüzden köydekiler onu görmesin diye oğlunu bodruma kapatmış. Ve her gece komşulardan besi hayvanı çalarak onu beslemiş. Onu gizlice büyütmüş. Bir gece tavuk çalmış, ertesi gece keçi. Böylece yıllar geçmiş. Bir gün bir hastalık çıkagelmiş. Kalan hayvanlar ölmüş ve birçok insan da ölmüş. Hastalıktan sağ çıkanlar köyü terk etmiş. Ama oğlunu bir başına bırakamayan anne, açlıktan ağlayan oğlunu yatıştırmak için önce bacaklarından birini kesmiş sonra kollarını kesmiş. Böylece her şeyini verdikten sonra gövdesinden başka bir şeyi kalmamış. Anne son kez oğlunu kucaklayarak bedeninin geri kalanını yemesine izin vermiş. Kollarıyla annesine sıkıca sarılan çocuk annesiyle ilk kez konuşmuş:
-Anne, sen sıcacıksın.
3-Neşeli Köpek

Uzun zaman önce duygularını çok iyi saklayan küçük bir köpek yaşarmış. Bir ağacın gölgesinin altında yaşayan köpek kuyruğunu sallar ve sevimli davranırmış. Köpeğe bahar kadar neşeli olduğu için 'Neşeli Köpek' derlermiş. Gündüzleri çocuklarla güzel güzel oynayan köpek gece oldu mu ühü ühü kimse bilmeden ağlamasın mı? Neşeli Köpek tasmasının ipini koparıp baharda tarlalarda özgürce koşmak istiyormuş. Fakat yapamayacağı için her gece kederle ağlarmış.
Bir gün Neşeli Köpek'e kalbi fısıldamış:
'Hey! Niye ipini koparıp kaçmıyorsun? 'Buna karşı Neşeli Köpek demiş ki: "Ben öyle uzun zamandır bağlıyım ki ipi koparmanın yolunu unuttum."

4-El,Fener Balığı
Bir varmış, bir yokmuş. varlıklı bir ailede güzel bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. Tıpkı bir manolya gibi güzel ve kusursuz çocuğu annesi öyle çok seviyormuş ki kızı için güneşi ve ayı hediye edeceğini bile söylermiş. Bebek katı yemek yemeğe başladığında annesi çok sevinmiş.
"Benim güzel çocuğum annen istediğin her şeyi sana yedirecek. Ağzını kocaman aç bakalım."
Bebek yürümeye başladığında annesi alelacele yanına gitmiş. "Seni ben taşırım, hadi bin sırtıma."
Çocuğun ihtiyacı olan her şeyi ona veren annesi şöyle demiş:
"Benim sevgili çocuğum, artık dinlenmem gerek. Bana biraz yemek getirebilir misin?"
-"Anne, benim ellerim yok. Onları hiç kullanmadım diye ortadan kayboldular."
"O zaman sevgili bebeğim, beni sırtında taşıyabilir misin? Bacaklarım ağrıyor." O zaman çocuğu şöyle demiş:" Anne benim ayaklarım yok. Hep beni sırtında taşıdın o yüzden bir kere bile yere basmadım. Ama onun yerine kocaman bir ağzım var." Ve devasa ağzını açmış. O zaman annesi kızgın bir şekilde bağırmış: "Sonuç olarak benim mükemmel yavrum değildin. Tıpkı işe yaramaz bir fener balığı gibisin! Tek yaptığın sana verdiklerimi yemek. Tek başına hiçbir şey yapamıyorsun. İşe yaramazın tekisin."
Böylece annesi çocuğu denizde uzaklara atmış. O günden beri, balıkçıların rüzgarlı bir günde denizde ürkütücü bir bebek ağlaması duydukları söylenir.
"Anne! Anne! Ben nerede yanlış yaptım? Beni geri al lütfen."

5-Gerçek Yüzlerini Ararlarken

Evvel zaman içinde, ormanın derinliklerinde bir şatoda üç insan yaşarmış. Dudaklarının Kenarıyla 
Gülen oğlanla yalnız sesi yüksek çıkan ama içi boş olan Boş Teneke Prenses  ve  Kutuya Sıkışmış Adam yaşarmış. Gerçek yüzlerini Gölge Cadısı tarafından çalınmış.
Yüzlerini çaldırdıkları için yüz ifadesi de yapamazlarmış. Birbirlerinin duygularını anlayamadıkları için her gün birbirlerini yanlış anlayıp kavga etmişler. Kutu Adam demiş ki:
"Eğer kavga etmeyi bırakmak ve mutlu olmak istiyorsak çalınmış suratlarımızı bulmalıyız. "Yüzlerini bulmak için kamp arabalarına binip maceraya başlamışlar. Yolda bağıran ve karda kıvrılmış duran bir anne tilkiye rastlamışlar. Maskeli Çocuk anneye sormuş: "teyze sen neden ağlıyorsun?"
"Ah, buraya biraz yemek bulmak için gelmiştim ama sırtımda taşıdığım bebeğimi karda kaybettim."
Göz yaşları ağlamaktan kuruyan anne tilki göğsüne vurarak ağlamaya başlamış. Maskeli Çocuk bunu gördüğünde gözlerinden sıcak yaşlar akmaya başlamış. O zaman kar hızlıca erimeye başlamış ve karın altındaki bebek tilki görünüvermiş.
Yollarına devam eden bu üçlü  dikenli çiçeklerin olduğu bir tarlada yalınayak dans eden bir palyaço ile karşılaşmışlar. Teneke Prenses sormuş:
"Sen neden dikenlerin yırtmasına rağmen böylesine dans ediyorsun?"
"İnsanların bana ancak bu şekilde bakacağını düşünüyorum da ondan. Ama canım yanıyor, kimse de bana bakmıyor."demiş. O zaman Teneke Prenses dikenli tarlaya doğru yürüyüp palyaço ile birlikte dans etmeye başlamış. "Ben boş bir teneke olduğum için dikenler beni yırtsa da canım yanmaz."
Teneke Prenses dans etmeye başladığında gürültülü bir şangırtı sesi boş gövdesinde yankılanmış. Bu sesi duyanlar onların olduğu yere toplanmaya başlamış.Kalabalık, danslarını izlerken onları alkışlamış. Çalınmış yüzlerini bulmak yola devam etmişler. Gölge cadısı bir kez daha önlerine çıkmış. Anne tilki için ağlayan Maskeli Çocuk' u ve palyaço için dans eden Teneke Prenses' i kaçırmış. Siz artık gerçek yüzlerinizi asla bulamayacaksınız. Böyle lanetledikten sonra onları derin ve karanlık bir köstebek yuvasına hapsetmiş. Birkaç gün sonra Kutu Adam onları köstebek yuvasında bulmuş ama giriş çok dar olduğu için içeri girememiş.
"Ne yapacağım? Yuvaya girmek için kafamdaki kutuyu çıkarmam gerek. "O anda köstebek yuvasından Maskeli Çocuk' un sesi duyuldu. "Kutu Adam, sen bizi merak etme, kaç.Gölge Cadısı yakında geri döner." Ancak kutu adam cesaretini toplayıp kafasındaki kutuyu çıkarmış. Köstebek yuvasına girerek Maskeli çocuk ve Teneke Prenses' i kurtarmış .Karanlık yuvadan çıkarlarken ikili Kutu Adamın gerçek toprak ve kirle kaplı yüzünü görünce gülmeye başlamış. Kikir  kikir, kikir kikir !Deliler gibi gülerlerken Maskeli Çocuk' un maskesi birden yere düşmüş. Teneke Prenses' in bedenini saran teneke de şangur şungur sesler çıkararak yere düşmüş. İkisinin gülerken suratlarını bulduklarını görünce Kutu Adam kutusu olmadan şöyle demiş: "Mutluyum"
Gölge Cadısının onlardan çaldığı gerçek yüzleri değil, mutluluğu bulma cesaretiydi.




5

Savaşçı | Kitap Yorumu

Merhabalar:)
Nihayet bir kitap yorumu ile karşınızdayım.Yorumdan daha ziyade kitaptan anladıklarımı,bana hissettirdiklerini,bana öğrettiklerini ve fark ettirdikleri anlatacağım.
 Kitap Cüceloğlu ve onun seminerine gelen öğretmen Arif Okurer'in konuşmalarının derlenmiş hali. Bir seminer sonrası Okurer'in isteyerek seçtiği mesleğinden artık o kadar emin olmadığını ve bu durumu düzeltmek istediğini söylemesiyle başlar.Böylece birlikte bu durumu irdelemek üzere haftalık görüşmeye başlarlar.
    Kitabın adı Savaşçı.Savaşçı ise kişinin olmak istediği benliği.Doğan Cüceloğlu bu benliğe ulaşmak için atılması gereken adımları anlatmış.Arayış,uyanış,niyet,güç,sorumluluk,ölüm bilinci,değişim ve bitmemiş işler olarak ele almış.
Açıkçası kitabı tamı tamına iki ayda bitirdim.İlk yarıyı ittire ittire okudum.Çünkü o sayfalarda yaşamadığım ya da çözdüğüm kavramlardan bahsedildi.Yarısına geldikten sonra artık devam etmeyeceğime karar verip kapatmıştım kii.. birden okuma isteği geldi ve devam ettim. Gerçekten de ikinci yarıyı iki günde bitirdim.Çünkü içinden çıkamadığım, bocaladığım meseleler ele alınmıştı.
Örneğin ölüm bilinci.
'Ölüm düşüncesi sıradan insanları korkutur ve uyuşturur,harekete geçemez.Savaşçı ölümün bilincindedir ve eylem insanıdır.Ölüm onun düşmanı değil yaşamını anlamlı kılan yegane şeydir.'
 Bu benim işte.Ölümle yüzleşmeden yapmam gerekenleri biliyorum ama yapmaktan kaçıyorum.En büyük yanlışım başlamak için mükemmel zamanı beklemek.Yani ertelemenin kibarcası.Ve artık büyüdüm bahanem yok.İnşallah bu durumu yoluna koyarım.
   Kitapta en ilgimi çeken bölümse Kızılderili bilgin ve onun öğretileriydi. Bizzat Cüceloğlunu çevirisi,açıklaması ve bize uyarlamasıyla çok daha değerli hale geldi.
En beğenmediğim kısımsa arada yer verilen betimlemeler.Oturdukları mekan,gelen müşteriler,garson vs. çok ayrıntılı anlatılmış.Sanki romanlaştırmak ister gibi.Ve bence kişisel gelişim kitabına yakışmadı.Kimi zaman Cüceloğlu'nun insanlar üzerindeki gözlemleri,bir psikoloğun gözünden insanların davranışlarını değerlendirmek güzeldi.Ama Arif Bey'in tuvalete gitmek için masadan kalkmasını bilmemize gerek yoktu:)
 Velhasıl alışılagelmiş gelişim kitaplarından değildi.Derin mevzular ele alındığından bu kitabı bitirerek kendi savaşımı verdim.Vesselam.






















0

Zayıflayamama Hikayem




Merhabalar,
Gönül isterdi ki bir başarı hikayesi olsun, azmin sonu selamettir olsun, before - after olsun ama bunların hiçbiri değil. Ne peki?
Bu yazıda uzun zamandır kilo vermek istememe rağmen neden veremediğimi, yaptığım yanlışları ve bundan sonra nasıl bir yol izleyeceğimden bahsetmek istedim.
  Öncelikle aşırı bi kilom yok ama zayıf da sayılmam. Uff tamam tamam on kilo fazlam var.
  Uzun zaman kendi çabalarımla, internette okuduğum yazılarla hatta Zahide Yetiş' de gördüğüm yöntemlerle yani kulaktan dolma bilgilerle zayıflamaya çabaladım. Sonunda canıma tak etti ve diyetisyene başvurdum. Diyet listesi hazırlamadan önce kan tahlili vermem gerekti ve o an hiç de ummadığım bir sorunla karşılaştım. Kolesterol değerlerim normalin üstündeydi ve aile hekimi bunun çok tehlikeli olduğunu söyledi. Otuz beş yaşına gelmeden kalp krizi geçirirsin dedi. Ödüm koptu haliyle. Hemen bu gün on bin adıma başlayacaksın dedi. 'Bugün yağmurlu yarın yaparım, yarın güneşli akşam yürürüm demek yok hemen şimdi!' deyince yarın yokmuş gibi yürüdüm. Velhasıl bir yılda dört kilocuk verebildim. İşte başarısızlığımın başlıca etmenleri:

1-Diyet veya Ziyafet
                              
Şu görüntüden o kadar nefret ettim ki. Yeşil elma, mezura, tartı...Yeşil elmanın adını duyunca direk açlık hissediyorum, dişlerimi kamaştırıyor, fiziksel reaksiyon gösteriyorum resmen. Evet gelelim benim yanlışıma: uzun süre aç kalmak. Hafif bir kahvaltıdan sonra masadan mutlu, kendime saygılı, hevesli, bu sefer başaracağımdan emim şekilde kalkıyordum. Ta ki sonraki öğüne kadar! Hatırlıyorum lisedeyken öğle yemeği yemezdim ama son teneffüste öyle halsiz düşerdim ki merdivenlerden sürüne sürüne kantine inip nugget alır yerdim.
 Diyetisyenin verdiği liste sık sık ama az az yemek üzere ama bilin bakalım ben nasıl yaptım sık sık ama çok çok yedim. Bi ortayı tutturamadım gitti.

2-Hareketsiz Yaşam

Bunca zaman spor yaptığımı sanıyordum ama anca ısınma hareketlerini yapmışım. Şöyle ter attıran kardio hareketleri, ağırlık kaldırma egzersizlerini, tempolu uzun yürüyüşü falan günlük hayatımın bir parçası yapmaya yeni yeni başlıyorum. Başarısızlığımın bir diğer nedeni düzenli ve etkili spor alışkanlığımın olmayışıydı. Buna çözüm olarak İSMEK' in aerobik kursuna kaydoldum. Günde birer saatten haftada iki günlük bir program. O da matını yere ser topla, ısınma hareketi, soğuma hareketi derken bir damla ter dökmeden 'Eveet hanımlar haftaya görüşürüz.' Zaten müzik teybi bozuk olduğu için pilates yaptırdılar. Nefes al nefes ver çok da etki etmedi bana.

3-Su İçmek

Gerçekten bunu yaptım bak. Litre litre su içen biriyim. Ama yine gol değil. Kan tahlili verirken hemşire hiç su içmiyor musun dedi. Ben de bolca içtiğimi söyledim. Bana ne derse beğenirsiniz?
'Susuzluktan damarların büzüşmüş.' Bu da ilk kez duyduğumuz bi tıbbi terim. 'Damar büzüşüklüğü'
Harbiden çok su içen biriyim. Avusturalya'da yaşasam kaynakları tüketiyor gerekçesiyle develerle birlikte beni de katlederlerdi.

4-Mahrum Bırakmak

Bütün bu hezimetler yetmezmiş gibi kendime kısıtlamalar getirdim. Zayıflayıncaya dek yeni kıyafet almayacağım dedim. Bazen hak etmediğimi düşündüm, bazen alsam da bana yakışmayacak zaten dedim, iyi günümdeysem zayıflayınca bana bol gelir dedim. Pek bi katkısı oldu mu? Hayır.


Şimdi de taktik değiştiriyorum. Ne gibi değişiklikler yapacağıma gelirsek:
1-IF diyeti uygulayacağım.
2- Egzersiz videolarıyla spor yapacağım.
3-Su içmeye devam
Aslında formül basit bakalım pratikte nasıl olacak. Zayıflama Hikayem adlı yazımda buluşmak dileğiyle fit kalın!!!




1

Secret Forest | Dizi Yorumu







Dizinin konusu her yerde 'Empati duygusundan yoksun bir savcı ile polisin rüşvet ve seri cinayetleri çözmek için ortaklaşa çalışması' diye geçiyor.
Ben de Partners of Justice dizisi gibi her bölüm bir cinayetten diğer davaya,bir otopsiden öbürüne,mahkeme salonundan hapishaneye bir çok konunun işlendiğini düşündüm.
Öyle değildi ne yazık ki.Bir cinayeti çözmeye çalışan savcı ve rüşvetleri,kirli yüzleri gün yüzüne çıkmasın diye entrika çeviren üstleri vardı.Aslında hiç sevmediğim bir tür ama soluksuz izledim.Eskiden dizi arasında geçen deri koltuklu bakan odasında konuşmalardan ibaret olan sahneleri atlardım, bu dizi tamamen o konsepteydi. Sonuna kadar izleyebildiysem büyümüşüm demektir.
  Bir ikinci husus savcının empati duygusundan yoksun olması.Çocukluğunda geçirdiği beyin ameliyatı neticesi duygusuz bir hayata mahkum kalmıştır ve bu durumun davaları nasıl etkileyeceğine vurgu yapılmak istenmiş. Empatiden yoksunluğunun ben çok fark etmedim.Daha çok ifadesiz bir tavırdaydı.Hatta sadece soğukkanlı ve rasyoneldi.Olması gereken bu değil mi?
  Sırasıyla karakterlere geçelim öyleyse.

Hwang Shi-Mok


Yukarıda da bahsettiğim gibi empati duygusundan yoksun savcımız zeki ve doğru bildiği yolda yürüyen, dürüst bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.Çevresinde olup biten olayların iç yüzünü,dönen dolapları,örtbas edilen suçları farkında olan savcımız sadece gerçeğin peşindedir.Cinayet zanlısının peşine düşen Hwang Shi-Mok devlet görevlilerinin rüşvet alışverişini,bakanların yolsuzluklarını,büyük şirketlerin adli memurlar üzerindeki etkisine varıncaya kadar tüm saklı kalmış sırları gün yüzüne çıkarır.

Han Yeo-Jin


Dedektif Han Yeo-Jin, Ssavcı Hwang Shi-Mok'a dava sürecinde çok yardım etti.Kimseye güvenilmeyen bir zeminde birlikte takılmadan yürüdüler.Araştırmada,tanık korumada,delil aramada büyük etkisi oldu.Dedektif Han'ın en zorlandığı an takım arkadaşlarının yozlaşmış olduklarını öğrendiği andı.Kabullenemeyişini çok güzel yansıttı.Yıllardır birlikte çalıştığın,güvendiğin,örnek aldığın meslektaşlarının yolsuzluklarını reddetmesi çok gerçekçiydi.
 Benim anlamadığım şey makam koltuğuna oturanlar neden bu hale geliyor.Emniyet müdürünün reşit olmayan kızla skandalı,Savunma bakanının Japon menşeili silahları Ukrayna yapımı gösterip devlet parasını söğüşlemesi,selam vermek gibi rüşvet verilmesi...Herkes yapılanın yanlış olduğunu bildiği halde kendilerini haklı görmeleri kabul edilir gibi değil.
 Epikuros'un, 'Yaşamında komşunun farkına vardığı zaman utanacağın hiçbir şey yapma.' sözü artık o kadar değersiz ki.Günümüzde utanılacak şeyler komşuyla yapılır oldu.
 Diziyi izlerken onu fark ettim. Komiserin yanlışını amiri örtbas ediyor ilerde çıkar sağlamak uğruna vs. Hepsi göreve büyük bir heyecanla başlarken zamanla olağan bir süreçmiş gibi ahlaksızlaşmalarını izledik.
Dedektif Han geçeği kabullendikten sonra doğru olanı yaptı.Amirini bizzat sorgulaması,takım arkadaşıyla arasına mesafe koyması herkesin aynı yanlışı yapmayacağını kanıtladı.

Savcı Seo Dong-Jae

City Hunter'daki savcı rolüyle kalpleri fethederken burada tam aksi roldeydi.Sivri sakallı sinsi vezir mi desem,boz ala boz başlıklı pis porsuk mu desem anlayacağınız tam bir çanak yalayıcıydı.Başsavcının kuyruğunda tüm kirli işlerini halleden,çıkar için şekilden şekle giren mide bulandırıcı bi tipti.
Ahh bu sahne...Bende hasar bırakmıştı.
Aslında diziye Lee Joon Hyuk için başlamıştım. City Hunter'daki savcı rolünü üstüne 365'deki dedektif hallerini izledikten sonra hemen atladım.Böyle olacağını beklemiyordum.
 Her neyse,başlarda sinsi sinsi kapı dinlemeler,delil karartmalar,koğuculuk yapmalar derken sona doğru katili yakalamak için Savcı Hwang'a yardım etti.Bence ikinci sezon daha aktif rol alacak.Ve lütfen iyi karakterde olsun.
Başsavcı Lee Chang Myung

En gizemli olan karakterdi.Tuhaf bir şekilde hem en güvenilir hem en tehlikeli olandı.Bir yandan katili yakalamak için Savcı Hwang'a yetki verirken diğer yandan yollarını tıkıyordu.

Dizinin sonu beklenmedik bitti aslında.Başsavcı rüşvet olayını ortaya çıkarmak için iki yıldır içlerine sızmış,olayın patlak vermesi için suçluyu öldürtmüştü.Sonunda kahraman gibi izlenim verdiler ama cinayete azmettirdiği için o da katil.Her şeyi ifşa edip intihar etti.İntihar Asyalılarda çok şerefli bi'şey galiba. Reenkarnasyona inandıkları için hayatlarından çok kolay vazgeçebiliyorlarmış.
 Bizde de İzmit Körfezindeki köprünün Japon mimarı, çelik halatın kopmasından kendisini sorumlu tutup intihar etmişti.Kendini buna mecbur hissetmek veya seçenek olarak görmek gerçekten korkunç.Çünkü her şey sensiz de devam edecek.


Ara ara yola çıktığımızda, ilk adımı attığımızdaki niyeti hatırlamakta fayda var.Uzunca yürüdükten sonra baştaki heyecan hep sürmese de amacımız değişmemeli.Sapmadan dümdüz yürüyebilmemiz dileğiyle hoşça kalın.




0

copyright © . all rights reserved. designed by Color and Code

grid layout coding by helpblogger.com