2020 Biterken


Merhaba Dostlar!
Koskoca bir yılı geride bıraktık. Hepimiz farklı tecrübeler edindik, daha önce hissetmediğimiz duygular yaşadık. Sağlığın ve özgürlüğün ne denli vazgeçilmez olduğunu öğrendik. En güvenli limanın evimiz, ailemiz olduğunu gördük. Üzüntü, korku, ümit, hasret, sevinç gibi çokça duyguya maruz kaldık. Yani insan olduğumuzu bence en çok bu sene hissettik. 
   
Bu sene kendi hayatımda olan gelişmelerden bahsedecek olursam ilk defa ölüm gerçeği ile yüzleştim. Koronadan önce ocak ayında dünyalar tatlısı dedem vefat etti. Zaten bir yılı aşkın süredir tedavisi olmayan bir hastalığın pençesindeydi, günbegün eriyordu ani bir ölüm değildi ama hepimizi derinden sarstı. Keşke dedemi tanıyabilseydiniz, keşke dünyadaki herkes dedemi tanısaydı. O kadar neşeli, hayat dolu, cömert, komik, dünyadaki en eğlenceli insandı. Gerçekten şu hayatta sevmeyeni yoktu.

Dedemle o kadar çok anımız var ki... Birlikte bahçede ıhlamur ayıklardık, damdaki kara üzümleri ondan gizli yerdik, o da bizi kovalardı. "Olmamış üzümleri yemeyin olunca yiyeceğiz." diye peşimize düşerdi. Aslında ham üzüm hiç de güzel değil zehir gibi ekşi ama sırf dedem bizi kovalasın diye yerdik.
 Bize her geldiğinde bisküviler alırdı. Gerçi hep kendi sevdiğini alırdı :)  Büyüyüp kocaman olduk ama hiç aksatmadı. 
 Her kış tatilinde yolumuzu gözlerdi, gelin evde şenlik olsun derdi. Ama bizi sevdiğinden mi annemi sevdiğinden mi bilemedim şimdi. Kış tatili yaklaştı ama dedem yok. Özlemi ve sevgisi yüreğimde baki. Allah rahmet eylesin.

Martın 13'ünde arkadaşlarımla buluşup doyasıya eğlenmiştik. Son buluşmamız olacağından habersiz. Ve sonrası malumunuz endişe, belirsizlik, karantina. Alışmak bir hayli zaman aldı. Maskeyle yürümek, tüm gün evde hayatı idame etmeye çalışmak başlarda zorlasa da her şey gibi buna da alıştık. 
 Çok yakınlarım, teyzelerim, dayım, arkadaşlarım hastalığa yakalandılar. Onlara uzaktan yardım etmeye çabalamak çok aciz hissettirdi. Yaklaşmamak zorundaydık ama ne yalan söyleyeyim yaklaşmak da istemedim. Kendimi bencil ve merhametsiz hissettim. Ne tuhaf değil mi? İnsan ne olursa olsun en çok kendini önemsiyor. Çok şükür hepsi iyileşti. Herkes iyileşemiyor ne yazık ki. Hastalığa yakalananlara Allah şifa versin, vefat edenlere merhamet etsin... 

Günler ayları, aylar mevsimler kovaladı. Şimdi ne olduğundan bahsetmeyeceğim bayağı muğlak olacak ama çok uzun zamandır uğruna çabaladım hayalim gerçek oldu. Üç yıldır gece gündüz aklımı kurcalayan, uykularımı kaçıran, sürekli başarmak için çalıştığım hedefim binlerce kez şükür olsun gerçekleşti. Tam bir adanmışlık içinde geçirdiğim üç yıl. Çok yorulsam da ulaştıktan sonraki sonsuz huzuru tarif edemem. Genelde çok istediğim şeyi elde ettikten sonra bir boşluk hissederdim. Benim için eski anlamını kaybederdi. Bu bambaşka hissettirdi. Çünkü ilmek ilmek dokudum, sabırla bekledim ve kimselere bahsetmedim. Bir çoğunuz için başarı bile sayılmaz belki de ama ben uzun zaman sonra kendimi buldum.

Bir diğer güzel olan gelişme bu hesabı açmak oldu. Daha önce takip ettiğim bir kaç hesap vardı. Hepsini de severek okuyordum, takdir ediyordum. Ama açmak hiç aklıma gelmemişti. Yeni yazı yayınlanmasını dört gözle beklerken dedim ki neden ben de açmıyorum ki? Ve YouTube 'dan bilmem kaç tane video izledikten sonra siteyi kurdum. Asıl mesele okunmaya değer yazılar yazmaktı. Aslında yıllardan beri okuduğum kitapların özetlerini, önemli cümlelerini, beğendiğim kısımları not aldığım bir defterim vardı. Ne yazık ki düzenli yazamıyordum ve saklamak da meseleydi. Kaç kere açıp okuduğumu ise hiç sormayın. O yüzden blog benim için biçilmiş kaftan oldu. Yazdıklarımı başkalarının okuması ise tarif edilmez bir mutluluk. Sadece kitap değil elbette. İzlediğim dizi filmleri çok beğendiğimde unutmak istemiyorum mesela. Tabi ki de namümkün. Hem unutmamak hem de aklımdakileri dökmek için yine bulunmaz bir fırsat.

Demem o ki bu yıl hayatımda  -uzun zaman sonra-  güzel gelişmeler oldu. O yüzden benim için özel bir zaman dilimi olarak kalacak. Yeni hayat düzenime alışıyorum. Uzun zaman sonra heyecanlanmış hissediyorum. Bir süredir kendimi değiştirmeye ve geliştirmeye odaklanmış haldeyim. Bu yüzden bazı alışkanlıkları kazanmaya çalışıyorum. Bunun yeni yılla bir alakası yok. Çünkü başlangıç yapmak için takvim yapraklarına ihtiyacımız yok. Başlamak için en iyi zaman kendini hazır hissettiğin zamandır. Zaten içinde olduğum bir süreci devam ettirmek istiyorum o kadar.
 Hepinize güzel bir hayat yolculuğu dilerim. Sevgiler.

 

1

Palto | Kitap Yorumu



Kalem memuru Akakiy Akakiyeviç' in binbir zorlukla aldığı paltosunun çalınmasını konu alır. Öykü alt sınıfı temsil eden Akakiyeviç özelinde insanların yaşadığı sıkıntıları okuyucuyla buluşturur.

Benim dikkatime takılan konu ise Akakiy' in tülbente dönen paltosunu yenilemek için çektiği sıkıntılar oldu. Fark ettim ki gerçekten zengin  ve açgözlü bir hayat yaşıyoruz. Tüketim alışkanlıklarımız, ihtiyaçlarımız yüzyıl öncesiyle çok farklı. 

Geçenlerde alışverişte Diderot etkisini anlatan bir yazı okudum. Ve hiç yabancı gelmedi. Gerçekten yaşanan olay aynen şöyle:
 
18. yüzyıl Aydınlanma Çağı düşünürlerinden Fransız yazar ve filozof Denis Diderot borç içindedir. Bunu duyan Rus İmparatoriçesi Katerina, Diderot'un kütüphanesini satın alır ve 25 yıllık maaşını peşin ödeyerek onu kütüphanecisi olarak işe başlattı. 

Diderot eline geçen yüklü parayla hep almak istediği kırmızı kadife sabahlığı alır. Sabahlık o kadar görkemliydi ki evdeki eşyaları sabahlığına uymadığı gerekçesiyle değiştirmeye başladı. Halı, masa, resim derken sonunda kendini her şeyi yenilenmiş ve yeniden borçlu hale gelmiş bulur.

 İşte içinde olduğumuz durum aynen bu. Eskiden insanlar eşyaya önem veriyordu çünkü yenisini almak zordu. Şimdi de insanlar eşyaya önem veriyor çünkü şıklığımıza yakışmak zorunda.
 

1

Karar | Film Yorumu



Film;  şok geçirmiş, elleri titreyen bir adamla başlıyor. Sonrasında flashback ile Luc'un kusursuz hayatının nasıl bir gecede son bulduğunu izliyoruz. Azılı bir suçlu tarafından gasp edilen karısı çıkan arbedede cinayete kurban gider. Luc karısına yardıma koşarken kızı panikle arabadan çıkıp kazada hayatını kaybeder. Haftalar sonra gözlerini hastanede açan Luc, suçluyu teşhis etmesiyle zanlı yakalanır. Ama eksik olan bir imza sebebiyle zanlı hapisten çıkar. Bunu kabullenemeyen Luc kendi adaletini sağlar ve zanlıyı öldürür.
 İşte film bundan sonra başlıyor. Kıran kırana geçen mahkeme duruşmaları, sistem eleştirileri, katil kim oyunu, avukatlık ahlakı, hukuk ve adalet kavramları ile soluksuz izlenen bir film.


Başsavcı'nın fıkrası:
İngiltere'de bir katedrali gezdirirken rehber mezarın başına gelip " Burada çok dürüst ve avukat olan biri yatıyor." der. Orada olan ziyaretçilerden biri: "Sizin ülkenizde bir mezara iki kişi mi gömülüyor?" 

Belçika hukuk sisteminin prosedür hataları yüzünden serbest bırakılmasını eleştiren, her cümlesi akıllara kazınmaya layık bir film. Abartmadan ama basite de indirgemeyen bir anlatımı var. Olaylar ve kişiler hakkında keskin, siyah-beyaz, iyi kötü ayrımı olmadan, gri alanları koruyan bir yapımdı.


Filmin sonunda karar bize okunmadı. Luc suçsuz mu bulundu yoksa ceza indirimiyle kısa süreli hapis mi yattı izleyiciye gösterilmedi. Çünkü sonuç çıkarmak isteyen değil sorgulamak isteyen bir filmdi. Çok beğendiğim ve gönül rahatlığıyla önerebileceğim bir yapım oldu.
 

0

Burun | Kitap Yorumu



Sesli kitap kavramını ilk kez yıllar önce televizyonda duymuştum. Türk Telekom görme engelliler için telefon kütüphanesi oluşturmuştu. O yüzden sesli kitabın sadece görme engelliler için olduğu algısı oluşmuş bende. Sonraları bu uygulama yaygınlaştı ve her yerde görür oldum. Bu sefer de mesafeli durdum. Ne bileyim kitap okunur dinlenmez ki. Sesli kitabı tercih edenlerin kitap okumaya üşendiklerini, tembellikten kolaya kaçtıklarını düşünmüştüm.
 Ama geçenlerde TRT DİNLE uygulamasını indirdim ve sesli kitap kısmını görünce  bu sabah bir deneyeyim dedim. Ve itiraf ediyorum çok sevdim. Sabah erken uyanmıştım taktım kulaklığı hem mis gibi kitabımı dinledim hem de kaç zamandır ertelediğim dolap düzenleme işini bitirdim. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile. Bir saatte hem kitap bitti hem işimi hallettim. Yani sesli kitap işini çok sevdim. Tabii okumanın yeri ayrı ama dinlemeye de devam edeceğim.
Kitaptan bahsedecektim ama vazgeçtim.  Konusu adı kadar ilginç bir o kadar da güzeldi. O yüzden hemen dinlemeye başlayabilirsiniz. Zaten Haluk Ertem'in öyle güzel sesi var ki sonsuza kadar okusun dinlerim. 

3

Ikıgai | Kitap Yorumu


 

Herkese merhaba!!!
Çok severek okuduğum bir kişisel gelişim kitabından bahsedeceğim. Japonların uzun ve mutlu yaşama sırrını öğrenmek için yola çıkan iki araştırmacı; Dünya'nın en uzun ömürlü insanlarının yaşadığı Okinawa kasabasına röportaj yapmaya giderler. Ama aklınıza bizim ana haberlerde gördüğümüz 'Seksen beş yaşındaki Ayşe Teyze her gün tere yağı, yumurta ve ekmek yiyor.'  gibi sırlar gelmesin. Çünkü bu kasabadaki en genç kişi seksen beş yaşında. Herkes yüz yaşını çoktan devirmiş. Sağlıklı ve faal bir ihtiyar heyeti. Tabi ben 120 yaşına kadar yaşamak için değil, onları ayakta ve diri tutanın ne olduğunu öğrenmek istediğim için okudum. Ve tabi mutluluk vaat eden bu sırrı keşfetmek için.

Tüm sır ikigai. Evet dağılabiliriz.

Peki nedir bu kitaba da ismini veren ikigai? Hem uzun hem de mutlu yaşamayı sağlayan bu büyülü kelimenin Türkçesi...  senin için anlamlı olanla hep meşgul olmak.  Size bir amaç kazandıracak ve mutlu edecek şeylerle meşgul olmak. Bu mutlaka büyük bir amaç olmak zorunda da değil. Hayatınızı iyi bir ebeveyn olarak, mesleğinizi iyi yaparak da anlamlı kılabilirsiniz. Yeter ki severek yapın.

 "İkigainizi bulmak için çok da kaygılanmayın. Hayat çözülmesi gereken bir sorun değildir. Sadece etrafınızda sizi seven insanlar olsun ve sevdiğiniz şeylerle meşgul olun."

 Sanki düz bir metin okuyor gibi değil de renkli bir belgesel izliyormuş gibi izlenim bıraktı kitap. Anlamak için kafa yormadan kafa karıştırıcı meselelere uygulanabilir yöntemler, tavsiyeler sundu. Konuyla bağlantılı ama bana hitap etmeyen tavsiyeler de vardı. Uzak Doğu' nun ayrılmaz parçası yogayı da ayrıntılı anlattı mesela hatta yetmedi şema ile gösterdi. Okla yönleri bile çizmiş. Mahiyetini anlamak için okudum ama kendimi ait hissettiğim ya da uygulayacağım bir şey değil. Söylemek isterim ki mutlaka okunması gereken bir kitap. Ben sevdiğim için herkes okumak zorunda😂 Bir çırpıda bitiriverdim. Üzerinden biraz zaman geçsin tekrar okumaya hevesliyim.

Şimdi kitaptan alıntılayacağım on kural kitabı özünü oluşturuyor. Hatırlamak istediğimde hemencecik ulaşabilmek için buraya da kaydedeceğim. 

İkigainin 10 kuralı:

1.Aktif kalın, emekli olmayın. Sevdiği şeyi yapmaktan ve iyi yaptığı şeylerden vazgeçen kişi yaşam gayesini kaybeder. Bu yüzden en önemli göreviniz, değerli bulduğunuz işleri bitirseniz de yapmaya devam etmek, ilerlemek, güzellik katıp yarar sağlamak, yardım etmek ve dünyanızı şekillendirmek olmalıdır.
2.Ağırdan alın. Aceleci olmak yaşam kalitesi ile ters orantılıdır. 'Yavaş yürüyün, çok ilerleyin.' Telaşı arkanızda bıraktığınızda yaşam ve zaman yeni bir anlam kazınır.

3.Midenizi tıka basa doldurmayın.

4.Çevrenizde iyi arkadaşlarınız olsun. İyi bir sohbetle kaygıları yatıştırmak, gününüzü aydınlatacak hikayeler paylaşmak, tavsiye almak, eğlenmek, hayal kurmak... Başka bir değişle yaşamak için en iyi ilaç arkadaşlardır.

5.Bir sonraki doğum gününüze kadar şekle girin. Su hareket eder, en iyi haliyse pırıl pırıl aktığı ve durağan olmadığı zamandır. Hayatınız boyunca hareket ettirdiğiniz bedenin de uzun süre çalışmaya devam etmesi için biraz günlük bakıma ihtiyacı vardır. Ayrıca egzersiz yapmak mutluluk hormonu salgılamanıza yardımcı olacaktır.

6.Gülümseyin. Neşeli bir tavır sadece rahatlamakla kalmaz arkadaş kazandırmaya da yarar. Bir şeylerin o kadar harika olmadığını kabul etmek iyidir ama olasılıklarla dolu bir dünyada şimdi ve burada olmanın bir ayrıcalık olduğunu asla unutmayın.

7.Doğayla tekrar bağlantı kurun. Günümüzde insanların çoğu şehirlerde yaşasa da, insanoğlu doğal dünyanın bir parçası olarak yaratılmıştır.. Şarj olmak için sık sık doğaya dönün.

8.Teşekkürlerinizi sunun. Her gün bir dakikanızı ayırın ve soluduğunuz havaya, yediğiniz yemeğe, gününüzü aydınlatan ve hayatta olduğunuz için kendinizi şanslı hissettiren arkadaşlarınıza ve ailenize teşekkürlerinizi sunun. Size sunulan nimetleri farkına varın ve şükredin.

9.Anı yaşayın. Geçmişten pişmanlık duymayı ve gelecekten korkmayı bırakın. Sahip olduğunuz tek şey bugün. Tadını çıkarın. Hatırlamaya değer kılın.

10.İkigainizi takip edin. İçinizde bir tutku, günlerinize anlam katan eşsiz bir yetenek ve en iyi yönünüzü sonuna kadar paylaşmaya götüren bir şey var. Eğer ikigainizin ne olduğunu bilmiyorsanız göreviniz onu keşfetmek olsun.

Herkese uzun, mutlu ve amaç dolu bir yaşam dilerim!!!


2

Tarihsiz ve İmzasız | Film Yorumu

İran filmlerini  konusu ve işlenişi bakımından beğeniyorum ama tek eleştirdiğim nokta dramın dozunu ayarlayamıyorlar. İzleyiciye duygu verelim derken trajideye kayıyorlar. İran filmi bitirince derin bir umutsuzluğa kapılıp bu akşam ölürüm beni kimse tutamaz sen beni tutamazsın Ruhani tutamaz... diye dolanıyorum etrafta. Ama bu film öyle değildi. Konusu yine yürek burkan cinsten ama abartıdan uzak bir havası vardı.  
Adli tıp doktoru Kave küçük bir trafik kazasında  sekiz yaşındaki bir çocuğu  hafif yaralar. Ertesi gün morga o çocuğun cesedi gelir. Ölümüne trafik kazası mı sebep olmuştur yoksa konulan gıda zehirlenmesi teşhisi doğru mudur?
Dediğim gibi abartıdan uzak ve çok yalın bir filmdi. Müziksiz, dekorsuz, telaşsız, sapsade. Sanki biri eline telefonu almış birinin hayatını kaydetmiş gibiydi. Bu çekim yöntemini çok beğendim o yüzden.
Anahtar kelime vicdandı. Babası getirdiği ölü tavuk yüzünden mi çocuğu öldü diye azap çekti. Doktor Kave arabayla çarptığı için mi öldü diye vicdan azabı çekti. İkisi de gerçeği öğrenmenin peşine düştüler. 
Ama son sahnede gerçek ortaya çıktı  mı yoksa sadece vicdan rahatlatma mıydı?
Bence doktor, baba ve annenin halini görünce ikinci otopsi sonucunda doğruyu söylemedi. Peki bu iyilik miydi?

0

Yerma | Kitap Yorumu


  İspanyol töresinin baskısı altında anne olmak isteyen bir kadının yaşadığı çaresizliği anlatan üç perdelik bir tiyatro oyunudur. İki yıllık evliliğinin ardından çocuk sahibi olamayan Yerma çareler ararken köylülerin gözü onun üstündedir. Kısır kadın diye hor görüp her hareketinde kabahat bulurlar.  Yerma'nın adakları, tılsımları, büyücülerden, köydeki azizlerden medet ummaları, tüm çırpınışları boşa çıkar. Bu arada kocası Juan bu durumdan rahatsızdır. 'Koyunlar ağılda, kadınlar evinde olmalıdır.' diyerek onurunu korumanın peşindedir. 
Kendisini çorak toprak gibi hisseden Yerma aldığı terbiyeden ve yaşadığı toplumdan ötürü başkasıyla evlenemeyecek, eşiyle evli kaldığı sürece de anne olamayacaktır.
 Yazar; bir kadının anne olmak isteğinin saplantıya dönüşmesini, kabullendiği ve içselleştirdiği ahlak yasalarının insan doğasıyla çatışmasını gözler önüne sermiştir.

0

Something's Wrong with Us | Dizi Yorumu



 Kitabı kapağına göre yargılamak ne kadar yanlışsa filmi veya diziyi de afişine göre seçmek o kadar yanlış. Bu diziyi izledim çünkü afişi çok ilginç geldi. Ve hiç Japon dizisi izlemediğim için büyük bir merakla oynat tuşuna bastım. Konusu hiç de özgün olmasa da işleyişi öyledir diye umdum ne yazık ki o da yoktu. Yani beğenmedim. Hatta yorum yazmayacaktım ama kapağı çok hojdır onun için yazıyorum. Ve yazık olan sekiz saatimin hatırı için. Evet yeterince derine gömüp üzerine de beton döküp hırsımı aldığıma göre yorumuna geçiyorum.

"Hanaoka Nao' nun annesi yatılı şef olarak Kougetsu Tatlı'ya yerleşir. Nao, Kougetsu Tatlı'nın altı yaşındaki varisi Takatsuki Tsubaki ile bu şekilde tanışır. Ancak Tsubaki'nin babası öldürülür. Altı yaşındaki Tsubaki'nin ifadesiyle Nao'nun annesi tutuklanır. Bu acıya dayanamayan anne soruşturma devam ederken ölür. Nao da evden atılır. Aradan on beş yıl geçer. Nao soy ismini değiştirmiş, tatlı ustası olma hayalini yaşatmaya çalışmaktadır. Bir tesadüf eseri, yine tatlı ustası olma yolunda ilerleyen Tsubaki'yle rakip olurlar. Tsubaki çocukluk arkadaşı Nao'yu tanımaz ancak ustalığından etkilenir ve onunla evlenmek ister. Kimliğinin gizliliğini koruyan Nao, annesinin masumiyetini kanıtlamak üzere Kougetsu Tatlı'ya girmek için Tsubaki'yle evlenmeyi kabul eder."  Firaricepaylaşımlar çeviri sitesinden alıntıdır.


Neden Beğenmedim?

1- Dizide büyük bir ahlaki erozyon vardı. Eşi tarafından sevilmeyen konağın gelininin tatlıcı dükkanına varis verebilmek için gayri meşru çocuğu olur yani bizim esas oğlan. Dahası Tsubaki-san'ın zoraki ikinci evliliğindeki gelinine de aynı şeyi yapmaya zorlar. Ve ayrılmaz aşıklarımız ayrılıp başka evlilikler yapıp tekrar bir araya gelirler falan. Bu olaylar son bölümlere doğru cereyan etti yoksa baştan renk verse ikinci bölüme bile geçmezdim. Ben kimin eli kimin cebinde yapımları sevmiyorum. Kore dizilerine bu yüzden daha yakınım. Türkan Şoray kurallarıyla çekiyorlar.

2- Tamam eyvallah Japonlar çalışkan insanlar ama bayılana kadar tatlı yapmak nedir?
 Tamam mesleğini seversin, icra ettikçe mutlu olursun ama üç gün uyumadan kazan karıştırmak nedir?
Tatlıcı dükkanı için cinayet işlemek niyedir?
İşte tüm bunlara izleyiciyi diziden soğutmak denir.

3- Dizinin sonunda bütün kötülerin haklı, geçerli, makul, ben de olsam aynısını yapardım dedirten (!) sebepleri bir bir ortaya çıktı ve herkes masmasum. Mesela bir örnek:Tüm günahları ortaya saçılan anne görüşü zayıflayan oğluna korneasını bağışlayabilmek için kendini tırın önüne atarak intihar etti. İşte feraset, işte yiğitlik işte ana gibi analık!


4- Dizi zaman ve mekan algısı yoktu. Geçmişte mi yaşandı günümüzde mi çekildi belli değil. Anlamak için arabalara, binalara bakayım dedim konaktan bi çıkamadılar ki. Telefon desen o da yok. Evin içinde telefon kulübesi onun da içinde ankesörlü telefon vardı. Evin hanımı cinayete azmettirmek amaçlı kullandı bi tek o kadar. Teknoloji devi Japonya'nın  dizisinde bir tane bile teknolojik alet görmedim. Her Kore dizisinde en fakir karakterin bile elinde son model Samsung görmeye alıştığımdan olsa gerek bu durumu yadırgadım. 

5- Son olarak uğruna canlar feda, şu dillere destan tatlıyı merak ettiniz di mi? Şöyle tepsi tepsi baklavalar, tel kadayıflar, sütlüsü, şerbetlisi en alasından zannettiyseniz yanıldınız. Benim gibi :)

                                    Uhu tüpünü tabağa sıkmış gibi gözüküyor.

Tamam daha süslü püslü olan tatlılar da vardı ama hepsi böyle küçücük. Yeterince küçük olduğu yetmezmiş gibi kürdana benzer şeyle ikiye bölüp yiyorlardı.

İyi yönleri yok muydu? Elbette vardı demek isterdim ama üç yanlış bir doğruyu götürdü. 
Bu günlük benden bu kadar. Kendinize iyi bakın. Sayonora... 


3

Evdeki Ses

 


Karantina sürecinde sizi en çok zorlayan neydi? Dışarı çıkamamak mı, yürüyüş yapamamak mı, işe-okula gidememek mi, arkadaşlarınızı görememek mi? Benim için bunların hiçbiri değil. Beni en çok zorlayan evdeki gürültü oldu. Sessiz hava sahası istiyoruum!..

NOT: Anne seni seviyorum ama biraz gıybetini yapıcam ^^

Hepimizin telefonla görüşme süresi pandemi sürecinde arttı kabul. Annem de herkes gibi başladı :)

Kız kardeşleriyle tek tek sonra konferansla sonra görüntü aramayla konuştu. Bayramlarda telefonla sıla-i rahim yaptı. Whatsapp veli gruplarından gelen sesli mesajları büyük bir ustalıkla yönetti, zoom derslerini hazırlandı velhasıl düzene kolay adapte oldu. Ben de ilk başta olağan durum diye ses etmedim.

Ama her geçen gün dozu artan telefon görüşmeleri,  yenilenen dakika paketleri, desibel sınırını geçen ses yüksekliği, limitleri zorlayan hertz seviyesi derken artık katlanılmaz raddeye ulaştı.

Sanki annem beni kolluyormuş gibi ne zaman elime kitap-defter, kağıt-kalem, yazılı herhangi bir metin alsam "ara" tuşuna basar oldu:)

"Anne hoparlörü kapatır mısın?"

"Anne kulaklık getireyim mi?"

"Anne kapı kapalı kalsın."

"Anne daha sabah konuşmadınız mı?"

"Sessiz olalım, gereksizse söndürelim" gibi uyarıların hiçbiri fayda etmedi, benim de aklıma sinsi bir plan geldi ve pusuya yattım. Plan şu:

1.Adım: Telefon görüşmesini ses kaydına al.

2.Adım: Konsantrasyon gerektiren bir anda kaydı son ses aç :)

NOT 2: Annem pandemiden önce dil kursuna gidiyordu bu süreçte zoom üzerinden derse devam ettikleri için ders çalıştığı zamanı bekledim. Yani ikinci adım birinci adım kadar kolay oldu.

Çok beklememe gerek kalmadan bir telefon görüşmesinin ses kaydını aldım. Çalışmaya oturduğunu görünce istifimi bozmadan:

"Anne bu fonda ders çalışınca daha kolay kavranıyor. Ben hep bunu dinliyorum." dedim ve  kendi sesini dinlettim. ( hayın evlat )

Önce güldü, verdiğim mesajı anladı. Sonra kendi alıp kapattı.

Tüm bu sözler bir yana Allah hiçbirimizi anne sesine hasret bırakmasın. Asla şikayet etmiyorum aksine sahip olduğum nimetin farkındayım. Yeter ki mutlu olsun, yeter ki sesi gür ve neşeli çıksın. Tüm çekiç-örs-üzengi sistemim onu işitsin razıyım.<3 <3 <3

Sonuç ne mi oldu?

"Nerden de geliyor aklına böyle şeyler?" deyip, yaşanan bu ilginç olayı teyzemlere anlatmak üzere telefona sarıldı ;)  Ava giderken avlandım, kendi topuğuma sıktım resmen.

Siz siz olun annenize ders vermeye kalkışmayın arkadaşlar. Bugünlük benden bu kadar. Bir sonraki yazıma kadar hatta kalın. Şey amaan, hoşça kalın!..

0

Fatih - Harbiye | Kitap Yorumu

 






Roman; 1930'ların Türkiye'sinde yaşanan kimlik karmaşasını, iki medeniyet arasında sıkışan insanların değişimi bir aile üzerinde somutlaştırmış, farklı iki dünyayı bu semtler özelinde sunmuştur.
 Muhafazakar bir ailenin kızı olan Neriman, değişmekte olan toplum ile yaşadığı hayatı kıyaslar ve memnuniyetsizliği baş gösterir. 
Kitap baştan sona kadar rumuzlarla ve batı-doğu medeniyetini karşılaştıran anlatımlarla döşeli. Hatta öyle ki romanın isminde bile simgesel anlatım kullanılmış.
Fatih-Harbiye semtleri tire işareti ile ayrılmış. Halbuki ile, ve, veya gibi bağlaçlar da kullanılabileceği halde bu tercih edilmiş. Buradaki tire işareti iki semtin çatışmasını, Neriman'ın fikri gidiş gelişlerini ve hatta tramvay hattını temsil eder.
Fatih; ahşap ve sıkışık evleri ile Doğu'yu simgelerken Harbiye' nin nizami beton apartmanları Batı'yı simgelerken karakterler üzerinde de aynı yöntem kullanılmıştır. Şinasi devlet konservatuarının alaturka bölümünde eğitim gören, kemençe çalan biriyken denklemin öte tarafında Batı müziği okuyup piyano çalan Macit bulunur.
Neriman'ın babası Faiz Bey üzerinden de bu simgesel anlatım sürdürülmüştür. Fazi Bey emekli, Fatih'te yaşayan, mesnevi okuyan, son derce makul karakteriyle Doğu medeniyetinin temsilcisi olarak gösterilmiştir. İsminin anlamının Arapça "kazanan" manasına gelmesi dahi kitabın sonunda çatışmanın kazanan tarafı olmasına gönderme niteliğindedir. Sahip olduğu feraset, akıl ve şahsiyetle birlikte kötüye giden iktisadi durumuyla  da Faiz Bey çöken bir medeniyettir.
Buna karşın roman kahramanı Macit'in anne babası hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Bunun sebebi Faiz Beyin karşısında kökleşmiş bir medeniyetin olmadığı fikridir.
Romanın arka planında iki hayvan kıyaslaması da yapılmaktadır. Neriman, evin Sarman isimli kedisini miskin olmakla suçlar. Tıpkı Doğu medeniyeti gibi ilerlemekten aciz. Batı medeniyetini ise bir köpeğe benzetir. Hızlı, çalışkan, uykusunda bile tetikte.
 Tüm bunlara rağmen Neriman'ın duyduğu bir olay  Macit'in gözlerindeki samimiyetsizliği, yapmacıklığı ve değer vermeyen tavırlarını fark etmesini sağlar. Artık heveslerden arınmış halde düşünebilmeyi başarır ve bir karar verir.

0

Hükmen Aşçı

 


Merhabalar!

Size yemek pişirmede hiç mahir olmasam da nasıl hükmen aşçı sayıldığımdan bahsedeceğim. Yaşadığım iki olaydan sonra kendime bu unvanı verdim.

1.Olay: Amcamla Tatlı Sert

Günlerden bir gün annem baklava açıyordu. Ben de fındık serpip, nişasta getirerek, fazlalık yufkayı keserek yamaklık yapıyordum. Baklava bitmesine yakın son katları ben açayım diye anneme dil döktükten sonra iki yufka açtım. E bu durumda baklavayı ben yapmış sayılıyorum:)

O günün akşamında amcam Almanya'dan gelmişti, 'ben yaptım' diyerek tatlıları servis edince Allaaah! Bir övgü, bir iltifat, kıtır kıtır olmuş, şerbetini de çekmiş,  anlata anlata bitiremediler. Amcam gelmesinin şerefine yaptığıma hükmedip onure olup sosyal medyaya resmini  bile koydu;)

#yiğenimhoşgeldintatlısı

Amcam artık her seferinde benden baklava ister oldu. Çoğu kez türlü bahanelerle bertaraf etsem de kaçış da bi yere kadar. En sonunda ısrarlara direnemedim ve tel kadayıflı muhallebi yaptım. Amcam 'tembel tatlısı bu' diyerek kabul etmedi. E tabi baklavadan sonra şanıma gölge düşürmüştü.

Bize geldiğinde baklava yapmayacağını anlayan amcam taktik değiştirdi ve onlara misafirliğe gittiğimde oklavayı elime tutuşturdu. İtiraf etmenin zamanı gelmişti. Ne kadar ben yapmamıştım desem de inandıramadım. Amcamın bana olan güvenine şaşkın, yengemin 'iş açtı başıma' bakışlarından tedirgin halde kolları sıvadım.

Ve açtım. Evet oldu. Her ne kadar az katlı olsa da, yufkalar karton kadar olsa da oldu. Daha da tuhafı çok lezzetli oldu. Nası bi can korkusuyla yaptıysam😂😂

Ve böylece misafir umduğunu değil bulduğunu yer atasözüne alternatif getirdik. 

#misafir ev sahibine umduğunu yedirir#


2. Olay: Lafla Pilav Pişerse Deniz Kadar Yağı Benden

Pilav yapmayı vakti zamanında denemiştim. Ama ya lapa oldu ya kuru. Evdekiler de 'sen yapma biz yaparız' diyerek kalbimi kırınca, sonra da 'pilavı herkes yapamaz zaten' diye telafi (!) edince kabullenip vazgeçmiştim. Ta ki geçtiğimiz Ramazan ayına kadar.

İftara dakikalar kalmıştı ki  bizimkiler pilavı kim pişirsin, ben pişiririm, sen pişir, hala pişirmedin mi diyedururken 'iş başa düştü! diye aldım sazı elime.

Bir yandan arpa şehriyeyi kavururken diğer yandan salatayla boğuşuyordum. 'Eyvah yandı galiba! Yok yaa tam kavruldu, artık olduğu kadar.' 

Böylece ezan okunmadan hem pilavı hem salatayı çıkarttım. Yemekteyiz yarışmasındaki rakipler kadar tatlı dilli ailemin beğenisine sundum. Gerçekten beğendiler. Ben de şaşırdım, şimdi beğenip arkamdan 1 puan verirler sandım. Ama hem lezzetli olmuştu hem de tane tane:) O yorgunlukla karışık gururu anlatamam. İstanbul için iftar, benim için iftihar vaktiydi anlayacağınız.😊

Diğer yemekleri çok güzel yapamasam da baklava ve pilavı böylesine lezzetli yaptığım için, teselli ödülü mahiyetinde, kendime bu unvanı verdim. 

6

Ören Bayan

 

Merhaba Dostlarım! Bugün on parmağımdaki tek marifet olan örgü maharetimden bahsedeceğim.

Örgü örmeyi on yaşımda annemden öğrendim.Ve çok sevdim.Hatırlıyorum o yaz köye gittiğimizde teyzemin ipiyle şişlerini alıp örmüştüm de örmüştüm.Bütün çileyi örüp bitirmiştim,köydeki diğer çocuklar camideki kurstan sonra örgümü görmeye gelmişlerdi.Hayretler içinde hepsini sen mi yaptın diyorlardı:) Nası hoşuma gitmişti.Gülüşümü zor saklıyordum. 

Neyse efendim sorun şu ki ben düz örmeyi biliyordum,öyle dümdük.Model desen yok,kazaktır,atkıdır hiçbiri değil.Seyirlik ördüğüm şey lif olmak için fazla büyük,paspas olmak için fazla küçük olunca makus kaderini yaşadı ve sökülüp yumak haline geri döndü.Kısacası un var,şeker var,yağ var ama helva yapamıyorum.

Taa ki geçen seneye kadar.Bir dernek yetimhaneye bağışlanmak üzere atkı örme kampanyası başlatmıştı.Ben de fırsat bu fırsat tüm meziyetlerimi sergilemek üzere yün almaya gittim.Bir kız çocuğu bir erkek çocuğu için ebruli ip alıp youtube da izlenmedik video bırakmayıp lastik örgüyle atkı bere ördüm.Beklenmedik derecede güzel oldu.O özgüvenle kendime çanta bile ördüm.

Kalfalık Eserim

Beş ters beş düz ilmekle yapılan oldukça basit bir çanta.Zor olan kısım sapı çantaya tutturmaktı,o da bir kaç denemeden sonra oluverdi.Çantamı takıp dışarı çıktığımda bir kadın kırmızı ışıkta 'Ne güzel olmuş,inceleyebilir miyim?'diye sordu.İşte o zaman köydeki çocukların örgümü görmeye geldiklerindeki gururu yaşadım😂

Malum kış yaklaşıyor bir atkı da kendime öreyim dedim ve cepli atkı ördüm.Hem ellerinizi ısıtıp eldiven görevi görürken hem de peçete koymak için...ay aman sadece cool duruyor diye ördüm.Ama hala işlevsel😊😇

Aynen bu modeli yaptım.Lacivert renk ve haroşa model.Ben cepleri daha küçük yaptım,burdaki gibi alttan kıvırmak yerine istediğim ebatta örüp üzerine diktim.😇
Şu sıralar bebek battaniyesi örüyorum.Amcamın dünyalar tatlısı bir kızı oldu.Bi de güzel ki anlatamam.Amcama dedim ki 'Amca kızın çok güzel galiba tacımı ona devredeceğim.' Bi afallamadı değil😂😂

Değinmek istediğim bir diğer konu örgü-yaş ilişkisi.Arkadaşlar bence örgü sadece yaşlı insan aktivitesi değil.Belki boş zamanları olduğu için yaşlılarca rağbet görmüş ama gençler hep mi meşgul canım.Televizyon izlerken,telefonla konuşurken,alt yazılı bile izlerken rahatlıkla yapılır.Çünkü bir kere elin alıştı mı otomatik pilota bağlıyor.


Son husus örgü-cinsiyet bağlamı.Bence örgü sadece kadınlara mahsus değil.Tamam kahvehanede birbirlerine örnek versinler demiyorum ama örgü ören erkek görünce yadırgamak da abes geliyor.Benim erkek kardeşim üçe giderken örmeyi biliyordu.Geçenlerde kendine atkı ördü kullandı mis gibi.
  Halihazırda evde olduğumuz şu günlerde belki siz de örmeye başlarsınız.İçinde olduğumuz endişeli ve stresli dönemde sakinleşmek isteyen,kendi ürettiğini kullanmanın verdiği gururu yaşamak isteyen varsa şimdiden kolay gelsin diyorum.Yumak dolusu sevgiler!!!
0

Şeker Portakalı | Kitap Yorumu

Küçük bir çocuğun dünyasına giriyoruz.Yoksullukla boğuşan hayatına,çalışmak zorunda kaldığı için annesizliğine,işsiz olduğu için öfkeli babasına,hepsi ayrı huyda ablalarına,küçük kardeşine karşı ağabeyliğine tanık oluyoruz.Tüm bu karmaşada çocuk kalabilmesine,büyümesine şahit oluyoruz.
Öncelikle bilinsin isterim bir çocuğun hayatını böylesine iyi anlatan başka roman okumadım. Zezé'nin büyükleri anlamaya çalışması,hayal dünyası,yaramazlıkları,sevgisi,nefreti çok gerçekti.
Kitap yüreğime öyle işledi ki...Zezé'nin yaramazlıklarından yaka silken herkes onu şeytanlıkla suçladı.Sırf haylazlık etti diye yediği dayaklar..İçim cız etti ya!Kitabın içine girip Zezé'ye sarılmak onu teskin etmek istedim.Ve bu duruma o kadar alışmış ki.Kötü dayak yediğinde iyileşene kadar kimsenin ona dokunmayacağını öğrenmiş,annesinin bilerek ince odunlarla vurmasını,ablasının ne zaman kulak çekip ne zaman şaplak atacağını yüz ifadesinden anlaması tüm bunlar beni kahretti.Bazen kendinin bile şeytan olduğuna inansa da sadece yaramaz bir çocuktu.
Zezé'nin Portekizliyle dostluğu,sevildiğini hissetmesi ve buna ne kadar da muhtaç olması bana çok önemli bir şeyi fark ettirdi.Ailedeki herkes Zezéyi seviyor ama gösteremiyordu.Çünkü anne fabrikada,baba işsizlikten mutsuz,ablalar evi çekip çevirmek zorunda.Yaramazlık yaptığında belki disiplin etmek için belki başka türlüsünü bilmedikleri için dövdüler Zezé'yi.Ve çocuk dayakla sevgiyi bağdaştıramıyor.Yani Zezé ilk defa Portekizli tarafından sevilmedi,Zezé ilk defa sevildiğini hissetti.
 Bizde de hem severim hem döverim diye bir laf vardır ya.O kadar yanlış ki!!!Bunu bir çocuğun anlamasını bekleyemeyiz elbet.
 Portekizli öldükten sonra babası iç buldu,annesi hep yanında olacak,daha iyi bir eve taşınacaklar ama Zezé'nin gözlerindeki hüznü son satıra kadar hissettim.
0

Dikenler Tacı Çiçeğim



Çiçek yetiştirmeyi küçüklükten beri severdim.Hele karşı komşunun pencereye dizdiği çiçekleri bir görseniz..Sanırsın ön bahçe.Renk renk,boy boy,çeşit çeşit.
Ama annemin hiç çiçeği yoktu -biz hariç😏-Bendeki hevesi görünce kardeşimle bana birer menekşe alıp pencerenin önüne koymuştu. Allah'ım nasıl heyecanlıydık!kendime orman kurmuştum sanki.İyice büyüsün diye bol bol sulardım.Saksı sazlığa dönse de yaprakları iç dış yıkardık.Üç güne kalmaz ölürdü haliyle.Biz üzülünce annem yenisini aldı ama onun da kaderi diğeriyle aynıydı.Çiçek bakmak o zaman çok zor gelmişti ve vazgeçmiştik.
 Ta ki annemin arkadaşını ziyaretine kadar.Olay aynen şu şekilde olmuş:
Annem arkadaşının evine gitmiş,kadının da bissürü çiçeği var ama bakmaktan bıkmış.Hatta ölsünler diye su vermiyormuş cani.Annem de 'ver bizim kızlar bakar' deyince canına minnet hemen vermiş tabi.
Annem elinde çiçekle gelince tüm sevdam yeniden depreşti ve çocukkenki önyargımdan sıyrılıp kolları sıvadım.Çiçeğin adını bile bilmezken😃
 Hemen çiçeğin türünü bulan bir uygulama indirip resmini çektim.O an çocuğumun cinsiyetini öğrenmiş kadar duygusaldı😂Çiçeğin bir sürü adı var.Sırayla bahsetmek gerekirse:
•Euphorbia milii, iki metreye kadar uzaması ve gövdesinin dikenli olması sebebiyle ülkemizde Dikenler Tacı olarak bilinir.(İsmindeki asalete bakar mısınız)
•Latin Amerika'da Corona de Cristo olarak biliniyor. (bildiğimiz koronayla ya da Monte Cristo Kontu'la hiçbir akrabalığı yoktur😛)
•Madagaskar'a özgü bir bitki olduğu da söyleniyor diğer adının Japon Gülü olduğu da
•Doğu Hindistan ve Nepal'de tanrının vücut bulmuş hali olduğuna inanılıyor.

Akıbeti benim menekşelerle bir olmasın diye bakımı hakkında etraflıca bir araştırma yaptım.Şanslıyım ki suyu seven bir bitki.Toprağın hep nemli kalması, yapraklara da sık sık su püskürtülmesi gerekiyor.Tam benim aradığım:) Öyle ayda yılda bir sulanan, kırk yılda bir bakım isteyen çiçekleri sevmiyorum.
Neyse efendim benim çiçeğim şefkatli kollarımda dallandı budaklandı ben de bunu çoğaltayım bari dedim.Kesip küçük bir saksıya ektim.Küçük kardeşim bunu görünce nolur benim olsun nolur benim olsun diye tutturunca her gün yarım çay bardağı su ver dedim.Bardakla nası içirem diye bi soruya maruz kaldığım doğrudur.Velhasıl bizimkisi yarım su bardağı suyu boca etti."Ben çay bardağı ver demiştim" deyince "Tamam o zaman" deyip yarım çay bardağı daha döktü😑Bana birini hatırlatıyor ama kimi?
Neyse ki menekşe gibi narin bir bitki olmadığı için zarar görmedi.Çiçeği ölüp de hayal kırıklığına uğramamasına çok sevindim.Kardeşim çiçeğinin adını da Su Açgözlüsü koydu.💧💧💧
0

It's Okay to Not Be Okay | Dizi Yorumu






Herkese Merhaba!
Bugün diğer adıyla Psycho But It's Okay, oyuncuların deyimiyle ya da benim duyduğum kadarıyla 😛 'Sayko haciman kençana' dizisinden bahsedeceğim.
Dizinin bazı afişlerini görünce ayy kesin ağırkanlı dram dizisi dedim. Dört bölüm yayınlandığı halde merak edip bakmadım bile. Başka dizi bulamayınca zoraki açtım ama o da nesi! Dizinin giriş sahnesinden tutun da sondaki yoğurt reklamına kadar her şeyine ba yıl dım.             Dram,komedi,merak,heyecan,hüzün,sevgi,kıskançlık,mutluluk,öfke,nefret,korku,dostluk,aile,kardeşlik her şeyden ve hepsinden o kadar dozunda vardı ki tam kulak memesi kıvamında bir diziydi. Konusunun güzelliği, oyunculukların muhteşemliği, çocuk oyuncuların yeteneği, duygu işlenişi ve daha bir sürü şey. Övmelere doyamadığım diziye biraz da yakından bakalım. Şimdiden söyleyeyim bayağı yakından bakacağım izlemediyseniz okumayınız. Ve derhal izlemeye başlayınız.


 Konusu:
 Psikiyatri bölümünde çalışan Moon Kang Tae otizimli ağabeyi ile zor bir hayat yaşamaktadır. Antisosyal kişilik bozukluğu olan masal kitabı yazarı Ko Moon Young ile yolları kesişir ve benliklerini keşfederler.
Bu ana fikri ben yazdım ama konusu asla bu değil di mi😄 Hangi birini yazayım nerden başlayayım a dostlar! Konusunun güzelliğinden mi bahsedeyim, Moon Youg'un masallarından mı, dizideki animasyonlardan mı, hastalar üzerinden verilen hayat derslerinden mi, OST'ların mükemmelliğinden mi, başrollerin dudak uçuklatan oyunculuğundan mı? İyisi mi karakterlerden başlayalım.
 NOT: Dizinin başlarında konuk oyuncularla birçok hastalığı işlediler. Hatta arkadaşımla dalgasını bile geçtik, açık öğretim psikoloji mezunları bu dizide staj yapar dedim. Bereket versin karar geri çekildi. Ama bu diziye tez bile yazılır.
Moon Kang Tae
Başta Kang Tae'nin hasta bakıcı olmasını yadırgadım. 'Hemşiredir o yaa' .En azından hemşire olsaymış dedim. O kadar alışmışız ki şirket CEO'su görmeye, zengin değilse fakir ama başarılı olmak zorunda algısı oluşmuş bende. Mesleği diziye kusur değil mükemmellik katmış .Çok daha gerçekçi olmuş.
 En çok Kang Tea'nın hikayesi beni etkiledi. Çocukluğunda annesi tarafından sevilmediğini hissetmesi.. yüreğimi burktu. Hem abisine içten içe kırgın olması hem de canı kadar sevmesi, annesine kızgın olduğu halde özlemesi...O ağladığında ben de ağladım. Bi babam ve oğlumda ağlamıştım bir de Karolin küçük Osman'a vurduğunda, ama Kang Tae her ağladığında ben de ağladım.
Ko Moon Young

Başarılı yazar Mun Young başarısını çocukluk tramvasına borçlu. O korkunç şatoda korkunç bir annenin ellerinde korkunç bir çocukluk geçirmiş. Yere sağlam basar görünse de, kaçmak yerine yüzleşmekten bahsetse de o günleri atlatamamış. Abartılı kıyafetleri -başhekimin deyimiyle zırhı- bunun en bariz göstergesi. Sesi yüksek çıksa da söyleyemedikleri de vardı.
Kesici ve delici aletlere ilgisinin sebebini anlamadım ama kıyafetlerine uyumlu siyah sigarasını hoş karşılamadım. Yoncayla falan sansürleyeydiniz.
En beğenmedim nokta takma tırnakları. Hayır yani oje sürmek o kadar mı zor. Küçükken kurşun kalemle tırnaklarımı boyardım -bi keresinde cesaret edip tükenmezle boyamıştım- o bile daha şık duruyor inanın. Hele beyaz renklisi.. sanki sakız yapıştırmış gibi duruyordu. Orhan Veli Kanık ,Süleyman Efendi'nin nasırına şiir yazdığı gibi ben de Ko Mun Young'un tırnaklarına paragraf döşedim ama olsun. İçimde kalırdı.
 Ses ve yüz güzelliğinin yarı sıra fiziği de dikkatimi çekti. O nası ince bir beldir arkadaş. Boyu da sülün gibi. Boyuna kilosuna bakayım dedim. Boy 1.70, kilo kaç dersiniz?44! İnşallah asparagastır. O ne ya annemin evlenmeden önceki kilosundan bile az. Ama sırrını biliyorum. Dizi boyunca 'açım açım' diye gezdi.
 Moon Young için sadece bunlardan bahsetmek çok sığ olur. Şatoda gördüğü kabuslar, annesinin adını bile duyunca ürpermesi, babasına olan nefreti, yalnızlıktan bıkması karakteri derinleştirdi.

Moon Sang Tae
Yılın Erkek Oyuncu Ödülü senin hakkın. Hatta yetinmeyip Yılın Kadın Oyuncu Ödülünü de sana veriyorum. Tek kelimeyle mü-kem-mel! Otizmli bireyi daha iyi kimse oynayamazdı.Duruşu,susuşu,bakışı,gülüşü,yürüyüşü,kekelemesi,hecelemesi, her şeyi ya her şeyi çok gerçekçi oynadı. Sang Tae Oppa bu alkışlar sana.
Gelelim bu karakterin derin yaralarına. Annesinin katilinde gördüğü kelebek desenli broş yüzünden kelebeklere  fobisi vardır. Kardeşiyle birlikte kelebekler ortaya çıkmasından kaçarak  hayat sürerler.
Kelebek bizim için güzel ama kısa süren şeyleri ifade ediyor ama dizide pek çok anlam yüklendi. Yeri geldi tedavi anlamı aldı yeri geldi psikopat anlamı.
Moon Sang Tae'nin yetişkin olduğunu kanıtlamaya çalıştığı sahneler, kelebek çizme cesaretini gösterdiği bölüm, Kang Tae ölmemi istedi dediği an ve en sonda çizer olmak istediği için seyahati yarıda bırakması en sevdiğim kısımlar oldu. Hepsinin iyileşmesine şahit olduk, en zoru ama en güzeli Sang Tae Oppa' nınki oldu.
Nam Ju Ri ve Teppönnim
Ju Ri' nin Kang Tae' ye olan tek taraflı sevgisi, söyleyemeyip uzunca bi süre içinde saklaması, Mun Young cadolozu gelince itiraf etme cesareti bulması ve reddedilmesi. Bence bu kız çok güzel sevdi. Hanım hanımcık bi şey ama Mun Young'la küslüklerini abartılı buldum. Kişiliklerine uygun olarak Ju Ri çok arkadaşı olsun Mun Young tek arkadaş o olsun istemiş o da güzel bir ayrıntıydı. Tamam ama çocukken bunu da mı aşamadınız da koca kız olduktan sonra anca barıştınız.
Neyse efendim adamın adını hatırlamıyorum herkes başkanım başkanım diye hitap ediyordu. Onun da sevmesi çok güzeldi. Sekreter kızın yanında tam bir patron olsa da Ju Ri' nin yanında tam bir şair. Her hareketi çok komikti. Mun Young onun için sadece altın yumurtlayan tavuk değildi. Her kötü zamanında yanındaydı.
Not 2:Sekreter kızın sinsi intikamı.. Batı Cadısının Cinayeti romanını saklaması. Sinsilik yaparken bile sevimlisin he.
Nerde kalmıştık İkisinin yaşı yaşına, boyu boyuna uymasa da huyu huyuna, suyu suyuna uydu bence.
Aşçı Ahjumma
Kore dizi sektörünün doayeni, anne rolünün vazgeçilmezi; The Heirs' daki dilsiz anne, Her Private Life' ta kızının başını bağlamak isteyen anne, Was It Love' da anneanne, Another Miss Oh' da anne, The Sound of Your Heart' ta sonradan görme anne, Secret Garden' da unuttum ama muhtemelen anne rolüyle hepimizin aşina olduğu bir yüz. Burada da manevi anne. Sang Tae 'nin deyimiyle sahte gerçek anne. Kang Tae' ye aklı karıştığında tavsiye verdi, Sang Tae kriz geçirirken yanında oldu, Mun Young' a yemek pişirdi, kızıyla başkanın arasını yapmaya bile çalıştı. Yani hepsinin annesiymiş gibi onları sarıp sarmaladı.
Jae Su

Moon kardeşler nereye Jae Su oraya. Kang Tae'nin en iyi arkadaşı, yardımcısı.Dega çua .... çua? sorusu da en çok ona yakışıyor:) Pizzaya yeni bir soluk getiren Jae Su tüm bu fedakarlıklara rağmen en sonda duygu dolu bir konuşmayla da olsa ne biliym biraz hor görüldü sanki. Şaşkın halleriyle renk katan diğer kişilikti.

Başhekim

Psikiyatrı hastanesi müdürü değil de tatil köyü işletmecisi gibi bi hali vardı. Telaşsız,sakin ve muzur. Seni gidi ihtiyar seni. Çok tatlı diil miydi yaa. Ama işinin ehli. Sang Tae' ye verdiği reçete.. duvara manzara resmi çizmek istemesi, kelebeği çizmeyince parayı vermemesi ,karavan alması, en tuhafı da aşçı teyzeye yürümesi:)Sonuç olarak çok datlu bi doktordu.



Dizi Hakkında Genel Yorumum
Dediğim gibi dizi giriş sahnesinden son saniyesine kadar izleyeni kuşatıyor. Duygu aktarımı son raddede. Abisiyle zor bir hayat yaşayan Kang Tae, abisinin hayranı olduğu masal yazarı Ko oon Young' la tekrar karşılaşır. Tekrar diyorum çünkü- hiç şaşmaz - çocukluktan tanışıklar.
Yine taşınmak zorunda kalan kardeşler memlekete dönerler. Tabi bu da kolay bir süreç değildi. Annesinin öldüğü, abisinin kaçtığı yere dönmekte Kang Tae endişeliydi ama abisi gitmeyi kabul edinceki şaşkınlığı.. Abi sen benden cesursun deyişi..
Tabii Kang Tae' nin kim olduğunu anlayan Ko Moon Young peşinden gider ve olaylar başlar.
Başlarda Kang Tae Mun Young' u başından savsa da yavaş yavaş yaraları kanamaya başlar. Çocuklukta alamadığı sevgi, üzgünken bile olan sahte gülümsemesi, abisi için kendinden vazgeçişi su üstüne çıkmaya başlar .Zamanla Ko Moon Young'a yakınlaştığını fark edince kendini geri çekmeye çalışması, sanki abisinden vazgeçiyormuş gibi hissetmesi ama bir yandan da yaşamak istemesi iliklerime kadar işledi.
Sang Tae' nin çizer olma hayaline karşı koyamayan Kang Tae, Ko Moon Young' un yalnızlığa çare olarak birlikte yaşamayı kabul eder.
Metafor olarak yemek sıkça kullanıldı. İlk bölümlerde Moon Young aç biilaç uyumaya çalışırken diğerleri terasta huzurlu bir akşam yemeği yiyorlardı. Son bölümlerde Sang Tae' nin elleriyle lapa yedirmesi, Moon Young yesin diye herkesin birlik olması vs.Bi de tutturmuşlar bıldırcın yumurtası. Hiç yemedim ama mutlaka deneyeceğim.


Paylaşılamayan Mang Tae

Annesiyle anılarını eksik hatırladığını fark edince..Şimdi bile burnumun direği sızladı.

Moon Young annesinin tesirinden çıkar ve Neşeli Köpeğin ipini kesmesi gibi saçlarını keser. Saçlarını kesince benim bile omuzlarımdan yük kalktı. Ama Sang Tae Oppa haklı uzun saç daha yakışıyordu.
Arkadaşlar çok üzgünüm, şu anlam dolu sahnede aklıma bu geldiği için😬😄

Saçı sakalı bırakalım da Kang Tae ve Moon Young' un yakınlaştığını gören Sang Tae' den bahsedelim. Biricik kardeşini paylaşmak istememesi, Mang Tae' yi bile vermeye razı gelmesi içimi sızlattı.
ve o soruyu sordu: Ko Moon Young çakkannim çua, dega çua? (Koreceyi latinize edince bu kadar oluyo😛)

En nihayetinde patlak verdi. Küçükken nehre düşmesi Kang Tea' nın kurtarmakta tereddüt etmesini unutmamış. Bu güne kadar söylememesi, hayatta tek dayanağının ondan nefret ettiğini sanması, ölmesini istediğini düşündüğü halde saklamasını içim ezilerek izledim. Mang Tae küçükken bazen öyle düşünse de -ki bence çok normal- abisini çok seviyor ve korumak için hayatını adıyor.
Mun Young' a keşke beni kurtarmasaydın da ölseydim, böyle sefil bir hayat yaşamazdım demesi abisini sevmediğinden değil kesinlikle. Sadece yorulmuş olmasından.

Bu krizden sonra Sang Tae' nin günlerce inzivaya çekilmesi, Kang Tae' nin kapıda sabırla abisini beklemesi.. Kardeşlikleri çok güzeldi.
Peki bu olaydan Kang Tae' nin çıkardığı ders."Ko Moon Young' dan uzak dur" İkisinin aynı anda olmayacağına kendini şartlamış sanki. Ta bi sonra Moon Young' dan uzaklaşmak istemediğini buna mecbur olmadığını anladı. Sang Tae'nin Mun Young' u kabul etmesi için onun yetişkin olduğunu söylemesi ve Sang Tae' nin yetişkin gibi davranmaları❤️❤️❤️
Şu sahneyi hangimiz gözlerinden kalp çıkan emoji gibi izlemedik ki?

Bölümler ilerledikçe tüm karakterlerin değişimine şahit olduk. Sang Tae yetişkin gibi davranmaya, kardeşinin sahibi gibi değil de abisi gibi davranmaya başladı. Allah'ım bi'de harçlık vermez mi? Yemeğin hesabını bile ödedi. Kang Tae içine atıp yaşamaktan vazgeçti, abisine her şeyi anlattı hatta kavga ettiklerinde Kang Tae' nin bu sefer karşılık vermesi, böyle yaşamak istemediğinin normal bir hayat istediğinin göstergesiydi.
Moon Young da Kang Tae bi tek benim olsun fikrinden vazgeçti. Abartılı kıyafetlerden vazgeçip yüzü gülen mutlu bir kadın oldu.

Savaş malulü ahjusshi, kelebek fobisini yenmede Sang Tae' ye bir konuşmayla çok yardım etti. Her hastada ayrı ders veren dizi bu ahjusshide savaşın tahribatını gösterdi. Savaşın kazananı yoktur ya o hesap.
Derkeeen, Kang Tae annesinin katilinin Moon Young' un annesi olduğunu öğrenir. Çektiği acıyı,akıttığı göz yaşını, yaşadığı çaresizliği ben burdan hissettim. Resim çektirmeye başta gitmek istememesi sonrasında gitmesi yaşadığı ikilemi hissettirdi.

Biraz da Moon Young' un babasından bahsedelim. Şu anne ne kadar fettansa koskoca adamı da delirtti. Gördüğü yerde kızını boğazlamasaydı o da katilzede aslında. Clementine müziği duyunca korkusu yüzünden okundu. Moon Young babasını bir an bile affetmedi. Ölümünden sonra pişman olur sandım,olmadı. Hatta annesinin zulmüne sessiz kaldığı için ondan daha çok nefret etti. Masal okuduğuna dair iyi hatırası bile ölmek üzere görmeye gitmesine yetmedi. Mezarına kısa bir ziyaretten sonra bile "Acıktım, yemek yiyelim" demesi bir an önce ölüm konusunu kapatmak istediğinin göstergesiydi bence.

Katil Anne

Yani oldu mu şimdi? Ben katilin başhemşire olmasını sevmedim. Önce kürk mantolu hasta sonra çiçekli sabahlıklı ahjummayı anne gibi lanse ettiler, başhemşireyi katil ilan ettiler. Seyirciyi şaşırtmak için yapıldığı çok belli. Tamam beklenmedikti ama küçük dilimi de yutmadım. Çünkü yakışmadı bence. Pembe pembe üniformasıyla hastaneyi çekip çeviriyordu ne güzel. Siyah elbise giyip kırmızı ruj sürünce cazu ilan ettik.
Gudubet kadın Sang Tae' nin resmine kelebeği çizince, adım adım iyileşen Sang Tae bocaladı haliyle. Ama asıl kabusu katilin annesi olduğunu öğrenen Moon Young yaşadı.
Gerçeği öğrenince kendini odaya kapatıp dışarı çıkmaması, kardeşlerden taşınmasını istemesi aklına gelen tek çareydi. Kendini kabahatli görmese de birlikte mutlu olmayı hak etmediklerini düşündü.
Dolly'nin annesi aslında Moon Young' un ta kendisi.

Mun Young kendini hapsettiği kabuğundan çıksın diye herkesin el ele vermesi, dizideki tüm karakterlerin birlik olması en güzeliydi.
Ve Final
Gelmiş geçmiş en iyi finaldi. Son bölümün son sahnesinin son saniyesine sıkıştırılmadı. Tüm bölümü sırıtarak izledim. Birlikte seyahate çıkmaları kalp ben.


Daha da güzeli gezintinin ortasında Sang Tae' nin yola devam etmeyip çizer olmak için geri dönmek istemesiydi. Artık kardeşine bağlı yaşamaktansa kendi yolunu çizmeyi seçti. Kang Tae'ye sarılıp teşekkür etmesi...Ya çok güzeldi çok!



 Son olarak Ko Moon Young' un masallarını çok beğendiğim için buraya da yazmak istedim. Bir yetişkine bile çok şey öğreten masal kitaplarından ben de istiyorum yaa...

1-Kabuslardan Beslenen Çocuk

Çocuk korkunç bir kabustan daha uyanmıştı. Aklından silmek istediği geçmişe dair kötü anıları her gece rüyalarında yine karşısına çıkıyor ve sürekli ona eziyet ediyorlardı. Yıllar geçti ve yetişkin olan çocuk artık kabus görmüyordu. Ama garip bir nedenden hiç mutlu değildi. Bir gece kanlı ay geceyi doldurdu, çocuğun dileğini yerine getirdiği için cadı, sözünü yerine getirmek için ortaya çıktı.
Ve çocuk, cadıya büyük bir alınganlıkla bağırdı:
"Bütün kötü anılarım gitti .Ama neden mutlu olamıyorum?"
O zaman cadı sözleştikleri gibi çocuğun ruhunu aldı ve şöyle dedi:
"Elemli ve kederli anılar, çaresizce pişman olunan anılar, başkalarını yaralamanın ve yaralanmanın anıları, terk edilmenin anıları...Yalnız böyle anıları kalplerine gömüp yaşayanlar daha güçlü, tutkulu ve dayanıklı olabilirler. Mutluluk da yalnız böylelerine gelir. Bu yüzde unutma, görmezden gelme ve onları yen. Eğer yenemezsen ruhu büyümemiş bir çocuktan ibaret kalırsın."

2-Zombi Çocuk

Küçük bir köyde bir erkek çocuk dünyaya gelmiş. Soluk bir teni, büyük gözleri varmış. Çocuğu büyütürken, annesi çocuğun hiçbir şey hissedemediğini anlamış. Tek sahip olduğu bir zombi gibi yeme isteğiymiş. O yüzden köydekiler onu görmesin diye oğlunu bodruma kapatmış. Ve her gece komşulardan besi hayvanı çalarak onu beslemiş. Onu gizlice büyütmüş. Bir gece tavuk çalmış, ertesi gece keçi. Böylece yıllar geçmiş. Bir gün bir hastalık çıkagelmiş. Kalan hayvanlar ölmüş ve birçok insan da ölmüş. Hastalıktan sağ çıkanlar köyü terk etmiş. Ama oğlunu bir başına bırakamayan anne, açlıktan ağlayan oğlunu yatıştırmak için önce bacaklarından birini kesmiş sonra kollarını kesmiş. Böylece her şeyini verdikten sonra gövdesinden başka bir şeyi kalmamış. Anne son kez oğlunu kucaklayarak bedeninin geri kalanını yemesine izin vermiş. Kollarıyla annesine sıkıca sarılan çocuk annesiyle ilk kez konuşmuş:
-Anne, sen sıcacıksın.
3-Neşeli Köpek

Uzun zaman önce duygularını çok iyi saklayan küçük bir köpek yaşarmış. Bir ağacın gölgesinin altında yaşayan köpek kuyruğunu sallar ve sevimli davranırmış. Köpeğe bahar kadar neşeli olduğu için 'Neşeli Köpek' derlermiş. Gündüzleri çocuklarla güzel güzel oynayan köpek gece oldu mu ühü ühü kimse bilmeden ağlamasın mı? Neşeli Köpek tasmasının ipini koparıp baharda tarlalarda özgürce koşmak istiyormuş. Fakat yapamayacağı için her gece kederle ağlarmış.
Bir gün Neşeli Köpek'e kalbi fısıldamış:
'Hey! Niye ipini koparıp kaçmıyorsun? 'Buna karşı Neşeli Köpek demiş ki: "Ben öyle uzun zamandır bağlıyım ki ipi koparmanın yolunu unuttum."

4-El,Fener Balığı
Bir varmış, bir yokmuş. varlıklı bir ailede güzel bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. Tıpkı bir manolya gibi güzel ve kusursuz çocuğu annesi öyle çok seviyormuş ki kızı için güneşi ve ayı hediye edeceğini bile söylermiş. Bebek katı yemek yemeğe başladığında annesi çok sevinmiş.
"Benim güzel çocuğum annen istediğin her şeyi sana yedirecek. Ağzını kocaman aç bakalım."
Bebek yürümeye başladığında annesi alelacele yanına gitmiş. "Seni ben taşırım, hadi bin sırtıma."
Çocuğun ihtiyacı olan her şeyi ona veren annesi şöyle demiş:
"Benim sevgili çocuğum, artık dinlenmem gerek. Bana biraz yemek getirebilir misin?"
-"Anne, benim ellerim yok. Onları hiç kullanmadım diye ortadan kayboldular."
"O zaman sevgili bebeğim, beni sırtında taşıyabilir misin? Bacaklarım ağrıyor." O zaman çocuğu şöyle demiş:" Anne benim ayaklarım yok. Hep beni sırtında taşıdın o yüzden bir kere bile yere basmadım. Ama onun yerine kocaman bir ağzım var." Ve devasa ağzını açmış. O zaman annesi kızgın bir şekilde bağırmış: "Sonuç olarak benim mükemmel yavrum değildin. Tıpkı işe yaramaz bir fener balığı gibisin! Tek yaptığın sana verdiklerimi yemek. Tek başına hiçbir şey yapamıyorsun. İşe yaramazın tekisin."
Böylece annesi çocuğu denizde uzaklara atmış. O günden beri, balıkçıların rüzgarlı bir günde denizde ürkütücü bir bebek ağlaması duydukları söylenir.
"Anne! Anne! Ben nerede yanlış yaptım? Beni geri al lütfen."

5-Gerçek Yüzlerini Ararlarken

Evvel zaman içinde, ormanın derinliklerinde bir şatoda üç insan yaşarmış. Dudaklarının Kenarıyla 
Gülen oğlanla yalnız sesi yüksek çıkan ama içi boş olan Boş Teneke Prenses  ve  Kutuya Sıkışmış Adam yaşarmış. Gerçek yüzlerini Gölge Cadısı tarafından çalınmış.
Yüzlerini çaldırdıkları için yüz ifadesi de yapamazlarmış. Birbirlerinin duygularını anlayamadıkları için her gün birbirlerini yanlış anlayıp kavga etmişler. Kutu Adam demiş ki:
"Eğer kavga etmeyi bırakmak ve mutlu olmak istiyorsak çalınmış suratlarımızı bulmalıyız. "Yüzlerini bulmak için kamp arabalarına binip maceraya başlamışlar. Yolda bağıran ve karda kıvrılmış duran bir anne tilkiye rastlamışlar. Maskeli Çocuk anneye sormuş: "teyze sen neden ağlıyorsun?"
"Ah, buraya biraz yemek bulmak için gelmiştim ama sırtımda taşıdığım bebeğimi karda kaybettim."
Göz yaşları ağlamaktan kuruyan anne tilki göğsüne vurarak ağlamaya başlamış. Maskeli Çocuk bunu gördüğünde gözlerinden sıcak yaşlar akmaya başlamış. O zaman kar hızlıca erimeye başlamış ve karın altındaki bebek tilki görünüvermiş.
Yollarına devam eden bu üçlü  dikenli çiçeklerin olduğu bir tarlada yalınayak dans eden bir palyaço ile karşılaşmışlar. Teneke Prenses sormuş:
"Sen neden dikenlerin yırtmasına rağmen böylesine dans ediyorsun?"
"İnsanların bana ancak bu şekilde bakacağını düşünüyorum da ondan. Ama canım yanıyor, kimse de bana bakmıyor."demiş. O zaman Teneke Prenses dikenli tarlaya doğru yürüyüp palyaço ile birlikte dans etmeye başlamış. "Ben boş bir teneke olduğum için dikenler beni yırtsa da canım yanmaz."
Teneke Prenses dans etmeye başladığında gürültülü bir şangırtı sesi boş gövdesinde yankılanmış. Bu sesi duyanlar onların olduğu yere toplanmaya başlamış.Kalabalık, danslarını izlerken onları alkışlamış. Çalınmış yüzlerini bulmak yola devam etmişler. Gölge cadısı bir kez daha önlerine çıkmış. Anne tilki için ağlayan Maskeli Çocuk' u ve palyaço için dans eden Teneke Prenses' i kaçırmış. Siz artık gerçek yüzlerinizi asla bulamayacaksınız. Böyle lanetledikten sonra onları derin ve karanlık bir köstebek yuvasına hapsetmiş. Birkaç gün sonra Kutu Adam onları köstebek yuvasında bulmuş ama giriş çok dar olduğu için içeri girememiş.
"Ne yapacağım? Yuvaya girmek için kafamdaki kutuyu çıkarmam gerek. "O anda köstebek yuvasından Maskeli Çocuk' un sesi duyuldu. "Kutu Adam, sen bizi merak etme, kaç.Gölge Cadısı yakında geri döner." Ancak kutu adam cesaretini toplayıp kafasındaki kutuyu çıkarmış. Köstebek yuvasına girerek Maskeli çocuk ve Teneke Prenses' i kurtarmış .Karanlık yuvadan çıkarlarken ikili Kutu Adamın gerçek toprak ve kirle kaplı yüzünü görünce gülmeye başlamış. Kikir  kikir, kikir kikir !Deliler gibi gülerlerken Maskeli Çocuk' un maskesi birden yere düşmüş. Teneke Prenses' in bedenini saran teneke de şangur şungur sesler çıkararak yere düşmüş. İkisinin gülerken suratlarını bulduklarını görünce Kutu Adam kutusu olmadan şöyle demiş: "Mutluyum"
Gölge Cadısının onlardan çaldığı gerçek yüzleri değil, mutluluğu bulma cesaretiydi.




5

copyright © . all rights reserved. designed by Color and Code

grid layout coding by helpblogger.com